Oder Neisse Hattı

II. Dünya savaşından sonra müttefiklerce düzenlenen Polonya-Almanya sınırı. Savaş sonrası dönemin dönüm noktasını oluşturan Yalta Konferansında ele alınan konulardan biri de Polonya sorunuydu. Savaşın galip devletlerinden Sovyetler Birliği, Polonya’da, Almanya’nın aleyhine genişlemesini öngören bir sınır öneriyordu. O zaman iki ayrı Polonya Hükümeti vardı. Biri Alman ve Sovyet işgali sırasında Londra’ya kaçan hükümetti. Öteki ise, Sovyetler Birliğinin işgal bölgesinde kurdurup tanıdığı ve Lüblin kentinde kurulduğu için “Lüblin Komitesi” adını alan komünist hükümetti. İşte Stalin bu hükümeti destekliyordu. Sonunda bir koalisyon hükümeti kurulması kararlaştırıldı.II. Dünya savaşından önce “Curzon Çizgisi” Polonya-Sovyet sınırı olarak saptanmıştı. Polonya, Fransa’nın da desteği ile, bu sınır kabul etmedi. Riga Barış Antlaşması ile, Polonya sınırı Curzon Çizgisi’nin çok doğusuna doğru genişledi. Böylece, Polonya’nın içine birçok Ukraynalı ve Beyaz Rus girdi. Daha sonra, Yalta’da Sovyetler Birliği eski “Curzon Çizgisi” üzerinde ısrar edince, öteki devletler bunu doğal karşıladılar ve Sovyet isteklerini yerine getirdiler. Ayrıca Sovyetlere Doğu Prusya’daki Königsberg kenti, Polonya’ya da terkettiği topraklara karşılık olarak, Almanya’dan, yani batısından toprak verildi. Oder-Neisse akarsuyu Alman-Polonya sınırı oldu. Böylece Polonya batıyı kaydırılmış oldu. Güçlü bir Polonya hem Sovyetlerin, hem de Fransa’nın işine yarıyordu. Federal Almanya 12 Ağustos 1970 tarihinde Sovyetler ile, 7 Aralık 1970 tarihinde Polonya ile yaptığı antlaşmada bu sınır çizgisini tanıdı. Oder-Neisse hattı Batı-Doğu Almanya sınırını da oluşturmaktaydı.1990 yılında iki Almanya’nın birleşmesi görüşmelerinde Polonya sınır tekrar gündeme geldi. Polonya, iki Almanya’dan da güvence istedi. Sonuçta, iki Almanya Polonya sınırını tanıdıklarını açıkladılar. Birleşme Antlaşması 3 Ekim 1990’da imzaladığında, Demokratik Almanya’nın Batı’ya ilhakı kesinleşti. Böylece Birleşik Almanya’nın sınırları Doğuda Oder-Neisse Hattı’na kadar uzandı. Polonya-Almanya sınırı, devletler arası bir anlaşma ile de tescil edildi. 

Ondört Nokta Programı (Wilson İlkeleri), 1918

Birinci Dünya Savaşı sona ermeden, 1918 yılının Ocak ayının ABD Başkan Woodrow Wilson’un savaş sonrası dünyası ile ilgili görüşlerini içeren bildiri. Bu görüşler “14 nokta”dan oluşmaktaydı. Bunlar:

1)Barış görüşmeleri ve anlaşmaları açıklıkla yürütülecek, gizli diploması yöntemleri kullanılmayacaktır.

2)Barış ve savaş döneminde açık denizlerde seyrüsefer serbestisi sağlanacaktır.

3)Uluslararası ticaretteki engeller kaldırılacaktır.

4)Ulusal silahlanmanın iç güvenliğin gerektirdiği ölçü ve düzeyde tutulacaktır;

5)Tüm sömürge sorunları özgürce ve tarafsız çözüme bağlanacaktır. Bu konuda şu kurallar gözetilecektir.

6)Birincisi, Rusya’yı diğer ulusların istedikleri takdirde ve ölçüde özgürce yardımda bulunulması garanti edilecektir. İkinci, Rusya’ya kendi siyasi girişimi ve ulusal politikasında bağımsız olabilme özgürlüğü sağlanacaktır.

7)Almanya Belçika’dan çekilecektir ve Belçika tekrar bağımsız devlet halini alacaktır.

8)Alsace ve Lorraine, Fransa’ya geri verilecektir. Bunun yanında, Almanya işgal ettiği Fransız topraklarını tekrar Fransa’ya iade edecek ve verdiği zararı Fransa’ya ödemeyi yüklenecektir;

9)İtalya sınırları yeniden düzenlenecektir;

10)Avusturya-Macaristan imparatorluğu altında bulunan halklara özerklik verilecektir;

11)Almanya, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’daki askerlerini geri çekecektir, ayrıca Sırbistan’a denize çıkma hakkı verilecektir.

12)Osmanlı devletinin Türk kesimlerinin egemenliğini güvence altına alınacak, imparatorluk içindeki öteki uluslara can güvenliği ve özerk gelişme olanakları sağlanacak ve Boğazlardan sürekli geçiş özgürlüğü uluslararası güvence altına alınacaktır;

13) Bağımsız bir Polonya’ya denize çıkma hakkı verilecek ve Polonyalıların oturduğu bütün topraklar bu devlete bağlanacaktır;

14)Büyük ve küçük ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını ve ulusal bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına almak amacı ile özel statüleri olan bir uluslar birliğinin (Milletler Cemiyeti) en kısa zamanda kurulması için çalışmalara hemen başlanacaktır. 

Ortaçağ (Middleage)

İ.S. 5-13. yüzyıllar arasını kapsayan dilimin adı. Bu kelime 17. yüzyıldan beri Avrupa tarihi söz konusu olduğunda, kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavram, genellikle insanların öznel bilincinde biçimlendiği için kesin başlangıç ve bitiş noktalarından söz edilemez. Ancak, bütün bu nedenlere rağmen, tarih kitaplarında Roma imparatorluğunun bölünme tarihi (M.S. 395) yada son Batı Roma imparatorluğunun düşüş tarihi (476) gibi noktalar Ortaçağın başlangıcı olarak alınmaktadır. Bitiş noktaları ise, İstanbul’un fethi (1453); İtalyan kaşif Kristof Kolomb’un Yeni Dünya’yı (Amerika) keşif (1492); Dini savaşlar olarak bilinen 30 Yıl Savaşlarını sona erdiren Westphalia Antlaşması (1648); Fransız Devrimi (1789) gibi siyasi tarihte önemli sonuçlar doğuran tarihler sayılmaktadır.Ortaçağ kavramı tarihte ilk defa Rönesans düşünürleri tarafından geliştirildi. Bunlar kendi dönemlerini, Roma İmparatorluğunda yaşanan parlaklık ve “yeniden doğuş” dönemleri arasında bir geçiş dönemi olarak görmektedirler. Roma’da yaşanan uygarlığın kendi dönemlerinde yeniden canlandığını görüyorlardı. Roma İmparatorluğu ile, kendi dönemlerine kadar geçen karanlık dönem için bu tabiri kullandılar.Bu olumsuz değerlendirmelere karşın, Ortaçağ büyük siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal ve sanatsal değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Batı tarihçiler bu dönemi üç başlık altında incelemektedirler: “Erken Ortaçağ”, “Yüksek Ortaçağ” ve “Geç Ortaçağ”.Ortaçağın ortaya çıkardığı en önemli özellikler, kamu otoritesinin bölünmesi, feodalizmden kaynaklanan ademi-merkeziyetçiliğin güçlenmesi, ideolojik üstyapılara dinin egemen olması, piyasa için üretim yapılmasının yaratılması, burjuvazinin kent ve ülke parlamentolarında temsil edilmesinin sağlanmasıdır. 

Orta Menzili Nükleer Silahları Sınırlandırma Antlaşması

Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasında nükleer silahların sınırlandırılması konusunda yapılan iki taraflı antlaşma. Bu anlaşmaya göre tarafların ellerinde bulundurdukları orta menzili nükleer silahların (INF) tümünün ortadan kaldıracak ve üretimleri yasaklanacaktı.1980’li yıllarla birlikte Avrupa’daki silah dengesini kendi lehine çevirmek isteyen Sovyetler Birliği, orta menzilli ve Avrupa’ya yönelik “55-20” füzelerinin bir kısmını kendi topraklarında, diğer kısmını ise Doğu Avrupa’daki müttefiklerine yerleştirmeye başlamıştı. ABD buna karşılık olarak, yine orta menzilli “Pershing II” ve “Cruise” füzelerini Avrupa’daki müttefiklerine yerleştirdi. Ancak, 1985 yılı geldiğinde Sovyetler Birliğinin başına Gorbaçov, ABD’de ise Reagan işbasına geldi. İki başkanın başkanlığının ilk yıllarından sonra silahsızlanma çabalarına olumlu yaklaşmasıyla, iki ülke arasında INF denen orta menzilli füzelerin yasaklanması görüşmeleri başladı. Cenevre’de yapılan ön görüşmelerden sonra, 18 Eylül’de iki tarafın görüş birliğine vardıkları açıklandı. 24 Kasım’da Cenevre’de buluşan Dışişleri Bakanları Shultz ve Şevarnadze, her iki ülkenin menzilli 500 ile 5499 km arasında olan nükleer füzeleri yasaklayan, yani Avrupa’da tümünün ortadan kaldırılmasını öngören (O çözüm) bir anlaşmasının şartlarını belirlediler. İki Başkan arasında zirve toplantısı 8-10 Aralık 1987’de Washington’da gerçekleşti ve 8 Aralık’ta “INF” Antlaşması imzalandı.Yapılan antlaşma her iki tarafa, getirilen koşullara uyulup uyulmadığını doğrulama hakkını tanımaktadır. antlaşma, dört ana belgeden oluşmaktadır. Bunlar: 1)ABD ve SSCB’nin elinde bulundurdukları tüm orta ve daha kısa menzilli nükleer füzeleri üç yıl içinde yok etme yükümlülüğü getiren ve bu süre sonrasında bu tür silahları yasaklayan, ayrıca antlaşmanın koşullarına tam uyulup uyulmadığının etkin biçimde doğrulanmasını sağlayan antlaşma maddeleri; 2)01 Kasım 1987’den itibaren; silahların yerleri, sayıları ve nitelikleri konusunda antlaşmanın imzalanmasından önce tarafların birbirlerine verdikleri verileri bir araya toplanan “Veriler Konusunda Anlayış Memorandumu” (MOU); 3)Üzerinde anlaşmaya varılmış olan yerinde denetleme, ani denetleme ve diğer türlü denetleme yöntemlerinin nasıl yerine getirileceğini belirleyen Denetleme Protokolü, 4)Füzelerin rampalarının, destek sistemlerinin, destek yapılarının ve destek tesislerinin nasıl ortadan kaldırılacağını ayrıntılı biçimde anlatan “Yoketme Protokolu”dur.Andlaşmanın süresi sınırsızdır. Taraflardan herhangi biri anlaşmanın konusu ile ilgili olarak belirlenecek olağanüstü durumların kendi çıkarlarını tehlikeye koyduğu kanısına sahip olduğu takdirde, anlaşmadan çekilecektir. 

Otuz Yıl Savaşları, 1618-1648

Katolik ve Protestan davası üzerinde Alman topraklarında sürdürülen bir dizi uluslararası ve iç savaş (1618-1648). Savaşın nedenine bakıldığında, 1555 yılında yapılan Augsburg anlaşmasının uygulamada yürümediğini görüyoruz. Bu anlaşma her devlete vatandaşlarının dinini belirleme yetkisini tanımıştı. Ancak Protestanlar anlaşmanın başarısızlığa uğradığını gördüklerinde, haklarını savunmak için aralarında birlik kurdular ve 1618’de başlattıkları ayaklanma, Otuz Yıl Savaşlarının başlangıcı sayılır. Protestanlar dışarıdan destek sağlamak için İngiltere, Fransa ve Hollanda nezdinde girişimlerde bulundular. Katolik Alman devletleri ise 1609’da Kutsal Roma İmparatoru’nun desteği ve Bavyera’nın önderliğinde birleştiler. Savaş, oluşan bu iki kamp arasında başladı. Bunun sonucu da, savaş karmaşık bir hal aldı. Savaş bir kere Katolik ve Protestanlar arasında bir Alman İç Savaşı, diğer taraftan da Kutsal Roma İmparatoru ile bağımsızlıklarını sağlamak için çabalayan üye devletleri arasında sürdürülen bir savaş niteliğini aldı. Ayrıca işin içine Fransa, Habsburglar, İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Transilvanya’nın karışması, savaşın uluslararası bir nitelik almasını sağladı. Savaş Protestanlar’ın zaferi sonucu 1648 tarihli Westphalia (Vestefalya) barışı ile bitmiştir.Savaş sonunda, Avrupa güç dengesi tamamen değişmişti. İspanya Batı Avrupa’daki üstünlüğünü yitirmiş, Fransa Avrupa’da en güçlü hale gelmişti. İsveç, Baltık denizinde üstünlük sağlamış, Flemenk Cumhuriyeti bütün ülkeler tarafından bağımsız bir cumhuriyet olarak tanınmıştı. Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlı bütün devletler tam bağımsız hale gelmişlerdi. Kilisenin gücü sınırlandırılmış, Augsburg barışının hükümleri yinelenmiş ve Almanya’da Katolik, Protestanlık ve Calvinizm geçerli dinler haline gelmiştir. Artık Avrupa, kendi yasalarına göre davranan, kendi ekonomik ve siyasal çıkarlarını izleyen, istediği tarafta yer alan, ittifaklar kuran ve bozan modern bağımsız devletlerden oluşacaktır. Bugün anladığımız anlamda devletlerin oluşturulduğu uluslararası sistem, Westphalia Barışı ile kurulmuştur. 

Ödünç Verme-Kiralama Programı (lend and lease), 1941

Amerika Birleşik Devletlerinin, II. Dünya Savaşında, Hitler’e karşı savaşan devletlere yaptığı yardım programı. Ödünç Verme ve Kiralama Yasası, 1941 yılında Roosevelt tarafından ABD kongresine tasarı olarak sunuldu.II. Dünya Savaşı başladığından Amerikan, kamuoyu, Almanya’ya karşıydı. Bunun nedeni, Hitler’in yayılmacı ve saldırı politikası, Yahudilere karşı tutumu, demokrasiye olan karşıtlığı, yapılan antlaşmaları çiğnemesidir. Ancak bu kötü imaj, savaşa girmeyi gerektirecek kadar etkili değildi. ABD I. Dünya Savaşı’nda aldığı dersten dolayı, çıkardığı tarafsızlık yasaları ile, savaştan uzak kalmayı tercih ediyordu. Ancak, savaş Almanya’nın lehine bir gelişme göstermeye başlayınca, ABD bu tarafsızlık yasalarında değişiklik yapılmasını gerekli gördü. Tarafsızlık yasalarına göre, ABD’den savaş malzemesi ihraç edilmesi yasaktı. Almanya ise bu durumdan yararlandı. 4 Kasım 1939’da yapılan bir değişiklikle, savaş malzemesinin ödenmesi olduğu ancak paranın peşin satışı serbest gerektiği ve mülkiyetinin hemen el değiştirmesinin şart olduğu açıklandı. Ancak yasalarda yapılan değişikliklerin İngiltere’ye yeterli olmayacağı anlaşıldı. İngiltere, para ve silah yardımı istiyordu. ABD Kasım 1940 yılında, İngiltere’ye 50 destroyer verdi. Vermesinin nedeni de, ABD’nin güvenliği, o dönemde İngiliz deniz gücüne bağlıydı. ABD en büyük yardımı, Kongreye sunduğu Ödünç Verme-Kiralama Yasa tasarısı ile gerçekleştirmeye çalıştı. Buna göre, Müttefiklere her türlü silah, hammadde, yedek parça ve yiyecek dahil her türlü yardım sağlanacaktı. Bu yardım 50 milyar dolaklıktı. 6 milyarı yiyecek, 4 milyarı hizmet, geriye kalanı ise savaş malzemesidir. Bu yardımın en büyük payının İngiltere almıştır: 31 milyar. Bunu 11 milyar ile Sovyetler Birliği, 3 milyar ile Fransa ve 1,5 milyar ile Çin izlemektedir. Yasa, tasarısı 11 Mart 1941 tarihinde, Kongre’den yasa olarak çıktı ve savaşın bitimine kadar yürürlükte kaldı (1941-1945). 

Pan-Arabizm

Arapça konuşulan bütün İslam ülkelerini, büyük bir ortak düzen içinde birleştirmeyi amaç edinen siyasi hareket.Panislamizm hareketinin durakladığı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen Pan-arabizm XIX. yy.’da Arap dilinin ve kültürünün yeniden canlanışı olarak Mısır’da ortaya çıktı. XIX. yy.’ın başlarında, Avrupa’da özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altında bulunan Balkan milletlerinde başlayan milliyetçilik uyanışı, kısa bir süre içinde Mısır’a sıçradı. XIX. yy. ortalarında Genç Osmanlılar tarafından ortaya atılan Pan-ottomanizm düşüncesine karşılık, Mısır’da da, Arapça konuşan bütün milletleri bir bayrak altında toplama ülküsünü güden Pan-arabizm akımı doğdu. Arap ülkelerinin, özellikle petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerin, Anglo-amerikan şirketlerinin eline geçmesi yüzünden, küçük Arap emirlikleri doğduğu için bu düşünce başarılı olamadı. Pan-arabizm ülküsü, bağımsız Arap devletlerin ortaya çıkışı yüzünden bölünmeleri önleyemedi; ancak, Avrupa devletlerinin yardımlarıyla Osmanlı İmparatorluğunun yönetiminde bulunan Arap topraklarının Türklerin elinden çıkmasını kolaylaştırdı. İkinci Dünya Savaşı sonunda bu görüşün niteliği, Kahire’de kurulan, Mısır, Lübnan, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen ve Libya’nın katıldığı Arap Birliği’nin doğmasıyla ortaya çıktı (1945). Mısır ile Suriye’yi bir araya getiren Birleşik Arap Cumhuriyeti denemesi, kısa süreli olmasına rağmen (Şubat 1958-Eylül 1961) Pan-arabizmin bir aşaması sayılabilir. 

Pan-İslamizm

19. yüzyılda İslam liderleri tarafından ortaya atılan İslam birlik düşüncesi. Bu düşüncenin temelini, Avrupalı’ların Müslüman topraklarında hakimiyet kurmaları ve kısmen Müslüman dünyasında yaşanan durgunlukta aramak gerekir. Pan-islamism 19. yüzyılda. Müslüman liderlerinin en çok tuttukları bir görüştür. Bu Müslüman liderlerin başını çektiği Osmanlı sultanı ve Halifesi II. Abdülhamit (1876-1909 hakimiyet dönemi) Müslüman dünyasında bu görüşü bütün Müslümanlara yaymak için girişimlerde bulundu. Bu konuda ilk adımı Hicaz demiryolunun yapılmasıydı.Pan-islamizmin önde gelen ideologlarından biri Cemaladdin Afgani, yaptığı konuşmalar ve yazdığı kitaplar ile, bu görüşün uzak topraklara da yayılmasını sağladı. Bu görüşün diğer bir ideologu ise Abdullah Sahraverdi’dir. Kendisi 1903 yılında Londra’da Pan-islamizm derneğini kurdu. Amaç iki islami sekte olan Şii ve Sunni’leri birleştirmekti.Abdülhamid’in ölmesi (1909) Pan-İslamizm hareketinin gerilemesine neden olmuştur. Abdülhamid’in bütün islam unsurlarını biraraya getirmede başarısız olması, bu hareketin içinde bulunanları yeni bir arayışa sevketmiştir. Fakat yapılan arayışların, İslam evrenselliğine uygun olmaması yüzünden, tekrar başarısız olmuştur. Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlının yıkılması ile saltanatın kaldırılmış, ardından da hilafet kurumu feshedilmiştir (1924). İslam dünyasının halifesiz kalması, bundan çok etkilenen Hindistan Müslümanlarını, yeni bir hilafetin kurulması konusunda girişime sevketmiştir. 1926 yılında Mekke ve Kahire’de hilafet kongreleri yapılmış, fakat hiçbir sonuç çıkmamıştır.İkinci Dünya savaşından sonra, Pan-islamizm düşüncesi geride kalmış, yerini Neo-Pan-islamizm almıştı. Amaç, tek bir merkezi kurum altında bütün Müslümanların birleşmesini amaçlayan Pan-İslamizmden farklı olarak, uluslararası camia çerçevesinde yapılacak faaliyetlerin eşgüdümleşmesidir. 

Pan-Slavizm

Orta ve Doğu Avrupa’da yaşayan Slavlar’ın ortak etnik geçmişinin kabul edilmesi ve bu slavlar arasında kültürel ve siyasi birlik sağlanmasını amaçlayan hareket. Bu hareket ilk defa 19. yüzyılda ortaya çıktı. Hareket, Batı ve Güney Slav entelektüel, bilim adamları ve şairler arasında ortaya çıktı. Bunlar ilk olarak, Slav halkının şarkılarını, folklorunu ve köylü lehçelerini inceleyerek, aradaki benzerlikleri göstererek, Slav birliği anlayışını geliştirmeye çalışıyorlardı. Prag kenti, Slav tarihinin araştırıldığı bir yer olduğu için, Pan-Slavizmin merkezi oldu.Avusturya-Macaristan ihtilaller ile sarsıldığı sırada, 1848 yılında Prag’da bir Slav kongresi toplandı. Amaçları, Avusturya’nın merkezi monarşi yönetimine son verip, eşit halklardan oluşan bir federasyonun kurulmasını sağlamaktı. Bunun üzerine Pan-Slav hareketi 1860’larda Rusya’da yaygınlaştı. Rusya o zaman, Habsburg ve Osmanlı yönetiminden, Slavların tek kurtarıcısı olarak görülüyordu. Rus Pan-Slavistleri, hareketin kurumsal temelini değiştirerek, Slavofil anlayışı savundular. Buna göre, Batı Avrupa manevi ve kültürel açıdan iflas etmiştir ve Rusya’nın tarihsel misyonun, siyasal egemenlik kurarak Avrupa’yı gençleştirmek ve Rusya egemenliğinde bir Slav konferasyonu kurmaktır.Rus yönetimi bu görüşü resmen desteklememesine rağmen, İstanbul ve Belgrad’ta bulunan Rus elçileri, Pan-Slavizmi ateşli bir biçimde savunarak, Rusya ve Sırbistan’ı Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan sokmayı başardılar. (1876-1878)20. yüzyılın başlarında, Pan-Slav hareketini yeniden canlandırmak için ciddi girişimlerde bulunuldu. Fakat Slav halkları arasındaki gelişmeler bunu engelledi. 20. yüzyılın ikinci yarısında değişik gelişmelerin ortaya çıkması, özellikle 1991 yılında Yugoslavya’da savaş başlaması bazı Slav liderlerini yeni bir savaşa yöneltti. Sözgelimi, Sırbistan Devlet Başkanı Miloseviç Yunanistan ile işbirliğine gidip, diğer Balkan ülkelerinin de katılacağı bir “Ortodoks Birliğinin kurulmasını önermiştir. 

Paris Barış Antlaşması, 1763

İngiltere ve Fransız arasında sömürge, ticaret ve deniz gücü için yapılan Yedi Yıl Savaşları sonunda imzalanan antlaşmadır. Bu antlaşma ile İngiltere ilk defa bir dünya gücü olarak tanındı ve yüz yıl süren Fransa-İngiltere mücadelesi, İngiltere lehine sonuçlandı. Ayrıca İngiltere Asya ve denizlerinde güç dengesi sağlayacak hale geldi. Hindistan, Afrika ve Amerika’daki Fransız toprakları, İngiltere’nin denetimi altına geçti. Fransa Kuzey Amerika’daki bütün topraklarını yitirdi. Ancak Fransa büyük bir yenilgi almasına rağmen, ekonomik bir felakete sürüklenmedi. Meksika’nın kuzeyindeki Amerika, İngilizce konuşan dünyanın bir uzantısı haline geldi. Hindistan ise, İngiliz İmparatorluğu’nun ekonomik sisteminin en önemli parçası haline geldi. 

Paris Barış Konferansı, 1919-1920

I. Dünya Savaşı sonunda, barış antlaşmalarının yapıldığı konferans. Bu, yenik devletlerin hatta Sovyetler Birliği’nin çağrılmadığı, üç büyük devletin düzenledikleri konferanstır. Herşeyden önce, bu üç büyük devlet adanı, Wilson (ABD başkanı), Georges Clemenceu (Fransa Başbakanı) ve Lloyd George (İngiltere Başbakanı)’un eseridir. Konferansa İtalya Başbakanı Vttorio Orlando katılmıştı. Konferans, 18 Ocak 1919 tarihinde yirmi yedi ülkenin katılımı ile çalışmalarına başladı. Konferansta bir Yüksek Konsey oluşturulmuş, bütün önemli konularda Konsey’in yetkili olması kararlaştırıldı. Dışişleri Bakanları düzeyinde temsil edilen, bir Beşler Konsey’i oluşturuldu. Bu Konsey, ikincil önemde olan konuları ele alacaktı. Ekonomik konularda danışmanlık yapmak için bir Yüksek Ekonomik Konsey’i oluşturuldu.Konferansta karşılaşılan en önemli sorun, bozulmuş olan Avrupa güç dengesiydi. Avusturya-Macaristan imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığının yıkılması, Avrupa’da bir güç boşluğu yaratmıştı. Ancak en büyük sorun Almanya ile Orta ve Doğu Avrupa’ydı. Avrupa’da kurulacak olan güç dengesi öyle bir hale getirilmeliydi ki, Almanya’nın tekrar bir militarist ve yayılmacı bir devlet olarak sivrilmesi önlensin. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa’nın sınırları öyle çizilmeliydi ki, ekonomi, güvenlik ve milliyet esasına göre çizilecek ve bir daha bozulmayacaktı.Konferansın sonunda yenik devletlere imzalattıkları antlaşmalar şunlardır:Almanya ile Versay Antlaşması (28 Haziran 1919), Avusturya ile St. Germain Antlaşması (10 Eylül 1919). Bulgaristan ile Neuilly Antlaşması, (27 Kasım 1919). Konferansta Başkan Wilson’un ortaya attığı Milletler Cemiyeti fikrine ilişkin sözleşme 28 Nisan’da onaylandı. Konferans, Milletler Cemiyeti’nin resmen kurulması ile (20 Ocak 1920) sona erdi.Sonuç olarak Paris Barış düzenlemesinin en önemli ilkesi, “Self-determination” (her ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi hakkı)’nın kabul edilmesidir. 

Paris Komünü, 1871

Bismarck’ın Fransa’nın Katolik Alman devletleri üzerindeki denetimini kırmak için 1870 yılında Fransa’ya karşı açtığı savaştan sonra 18 Mart-28 Mayıs 1871 tarihleri arasında Paris’te başlayan ayaklanma. Ayaklanma ve ondan sonra 21 Mart’ta yapılan yerel yönetim seçimlerinde devrimciler kazandıklarından komün yönetimi kuruldu. Bu yeni oluşturulan yönetim, 1793 Fransız devrim geleneğini sürdüren ve devrimin Paris Komünü denetiminde olmasını savunan Proudhon’cular ve şiddet yanlısı Bloquiciler’den oluşmaktaydı.Paris Komünü bir program yayımladı. Buna göre, Devlet dine verdiği desteği çekecektir. Fransız Cumhuriyet takvimi kullanılacak, iş saati on saat ile sınırlandırılacaktır.Hükümet birlikleri, Komüncülere karşı 21 Mayıs 1871 tarihinde saldırı başlattı, 20 bin komüncü öldürüldü. Ayrıca 38.000 kişi tutuklandı ve 8.000’e yakın kişi sınır dışı edildi. Hükümet, bunun ardından elde ettiği güçten, sert yöntemlere başvurdu.Paris Komünü, Marksistler tarafından tarihin ilk sosyalist devrim denemesi olarak kabul edilir. Kral Marks Paris Komünü’ne, Proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olarak bakmıştır. 

Paris Kongresi, 1856

Osmanlı Devleti, Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya, Sardunya-Piyemonte ve Rus çarlığı arasında, 25 Şubat-30 Mart 1856 tarihleri arasında düzenlenen Kongre.1853 yılında Osmanlı-Rusya arasında Kırım Savaşı başlamıştı. 1854 yılında Rusya’nın Sinop’taki Osmanlı donanmasını bir baskın yaparak yakması üzerine, İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın yardımına koştular. Piyemonte’nin de Osmanlı devletinin yanında katıldığı savaş, 1856 yılında Rusya’nın barış istemesi üzerine bitti. 19. yüzyılda Osmanlıların Rusya’ya karşı kazandıkları tek savaş olan “Kırım Savaşı” sonunda, 30 Mart 1856 tarihinde Paris Kongresi’nde, “Paris Barış Antlaşması” imzalandı. Bu antlaşma 34 madde ve bir geçici maddeden oluşuyordu.Antlaşmaya göre, Rusya işgal ettiği Kars ve diğer Osmanlı topraklarını terk edecekti. Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti olarak tanınacak, bütünlük ve bağımsızlığına saygı gösterilecekti. Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışılmayacaktı. Karadeniz tarafsız bir statüde kalacaktı. Karadeniz kıyılarında Rusya ve Osmanlı devleti tersane bulundurmayacaklardı. Rusya Beserabya’yı Boğdan’a bırakılacaktı. Eflak ve Boğdan tarafların güvencesi altına alınacak, ancak Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları sürecekti, içişleri ve ticarette ise serbest olacaklardı.Bu hükümler, Osmanlı devletinin parçalanmasında dönem noktası olarak görülebilir. Eflak ve Boğdan özerkliklerini aldıktan sonra, Fransa ve Rusya’nın desteği ile, 1869 yılında birleşeceklerdir. Eyaletlerin Romanya adı ile tam bağımsızlıklarını almaları, 1878 yılında ve bir başka Osmanlı-Rus savaşı sonunda gerçekleşecektir. 

Paris Şartı: bkz. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği TeşkilatıPasifik Doktrini

1975’te ABD Başkanı G. Ford’un ilan ettiği Pasifik politikası ilkeleri. Buna göre, ABD Güneydoğu Asya’nın güvenliği ile yakından ilgilidir ve buralarda menfaatleri vardır. ABD’nin varlığı Pasifik bölgesi için elzemdir. Burada Japonya’da ortaklık, Çin ile ilişkilerinin normalleşmesi ve güçlendirilmesi, Güney Kore ile sıkı ilişkiler ve orada ABD varlığı, Pasifik bölgesiyle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gibi hususlar savunulmuştur. 

Pearl Harbor Baskını, 1941

Japonya’nın II. Dünya Savaşı’nda (7 Aralık 1941) Oahu adasındaki (Hawaii) Pearl Harbor’da bulunan ABD’nin deniz üssüne düzenlediği saldırı. Saldırı savaşta tarafsız kalmak isteyen ABD’nin savaşa girmesine neden olmuştur.Japonya’nın, İkinci Dünya Savaşı başladığında Almanya ve İtalya ile ittifak kurması, ABD’de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine ABD, ülkesinde bulunan Japon varlıklarını dondurdu, ayrıca petrol ve savaş mazemelerinin gönderilmesini yasakladı. 1941 yılının Temmuz ayı geldiğinde, ABD, Japonya ile olan bütün mali ve ticari ilişkilerini kesti. Japonya, buna cevap olarak saldırı hazırlıklarını başlattı.ABD donanmasına gerçekleştirilecek olan, saldırı, Japonya Birleşik Donanması’nın Komutanı Amiral Yamamoto İsoroku tarafından titiz bir şekilde planlamıştı. 23 Kasım’da Komutan yardımcısı Nagumo Çuiçi’nin yönetiminde 6 uçak gemisi, 2 savaş gemisi, 3 kruvazör ve 11 destroyerden oluşan bir filo, Hawaii’nin yaklaşık 440 km kuzeyindeki bir noktaya doğru hareket etti. Saldırı bu noktadan 360 uçakla gerçekleştirildi. Yerel saatle 7.55’te başlayan saldırı, ABD savaş gemilerine ağır darbe vurdu. “Virginia”, “Arizona” ve “West Virginia” adlı gemiler battı. Daha sonra “Maryland”, “Pennsylvania”, “Neroda” ve “Tennessee” gemilerine ağır hasar verildi. Ayrıca 140’tan fazla uçak yok oldu. Askeri kayıpların toplamı ölüler dahil, 3.400’ün üstündeydi. Japonya’nın ise sadece 29 uçak ve 5 denizaltısı yok oldu.Japonya, Pearl Harbor baskınında hava gücünün deniz gücüne üstünlüğünü kanıtlamıştı. 

Peel Raporu

İngiltere tarafından Filistinlilerle Yahudiler arasındaki anlaşmazlık ve uyuşmazlıkları araştırmak üzere Robert Peel başkanlığında 1936 yılında kurulan komisyonun hazırladığı rapor. 1920 yılında Filistin’de başlayan İngiliz manda yönetimi, Filistin’de bir Yahudi devletini kurmak istiyordu. Diğer taraftan da Filistinlilerin haklarını korumayı amaçlıyordu. Ancak bundan hoşnut olmayan Filistinliler (Araplar) İngiliz mandasına karşı gelerek, 1936 yılında ayaklanma başlattı. Bunun üzerine kurulan komisyon biriktirdiği verileri ve yaptığı incelemeleri, bir rapor halinde 1937 yılında yayımladı. Rapor’da, Filistin’de sükunetin sağlanması için manda yönetiminin yararsız olduğu kabul ediliyor, bir Arap devleti, bir Yahudi devleti ve kutsal yerleri kapsayan bir tarafsız bölgenin kurulması öneriliyordu. İlk önce önerileri kabul eden İngiliz hükümeti, görüş değiştirerek, 1938 yılında Rapor’u reddetti. 

Petrol Ambargosu, 1973

1973 Arap-İsrail Savaşı sonucunda OPEC (The Organization of Petroleum Exporting Countries-Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) ülkelerinin, savaşta İsrail’e yardım eden ülkelere petrol arzını durdurması.Batılı ülkeler kendi endüstriyel ihtiyaçlarını karşılamak için, Ortadoğu petrollerine yöneldiler. Çok geçmeden Batılı petrol şirketleri, petrol üretiminin her alanında kendilerini göstermeye başladılar. Bu şirketler, petrolün taşınması ve dağıtımını kontrolleri altında tutuyorlardı. Aynı zamanda hem fiyat hem petrol arzını belirliyorlardı.Petrole sahip ülkeler ise çok az bir pay almaktaydılar. 1946 yılında, şirketler petrol üretiminin %82’sine, petrol ülkeleri ise sadece %18’ine sahiptiler. Ancak durum 1960’larda değişmeye başladı. 1960 yılında OPEC kuruldu ve ilk talep edilen şey, fiyatların artışı ve daha büyük paya sahip olmaydı. OPEC ülkeleri kendi kaynaklarını kendilerinin kontrol etmelerini egemenlikten gelen bir hak olarak görüyorlardı. Zamanla OPEC ülkelerinin petrol üretimindeki payları artmaya başladı. 1946’daki %18’lik pay, 1960 yılında %50’ye ve 1970’de, %70’e yükseldi. Bununla, OPEC ülkeleri petrol üretimini kontrolleri altına almaya başladılar.1973 yılında Arap-İsrail Ramazan (Yom Kippur) savaşında yaşanan yenilgi, petrolü bir siyasi güç haline getirdi. Savaş, OPEC’in iki karar almasına neden oldu. İlk olarak, OPEC, İsrail’e yardım edenlere “petrol ambargosu” uygulama kararı aldı. İkincisi de, petrol fiyatların %400 arttırılması kararıydı. Petrol’ün, OPEC ülkeleri tarafından gelişme, kalkınma ve dış politikada hedeflerin gerçekleştirilmesi amaçlı olarak kullanılması durumu bugün de devam etmektedir. 

Polisario Cephesi

Batı Sahra’nın bağımsızlığı için mücadele veren örgüt. 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yoğunlaşan sömürgelerin bağımsızlık mücadelelerinden Batı Sahra’da payını almıştı. Sömürgeciliğe karşı başlayan hareketler, İspanya sömürgeciliğinin sonunu göstermişti. İspanya, kendi sömürgelerinden biri olan Batı Sahra’dan 1976’da çekilmişti. İspanya’nın yerini almak isteyen Fas, işgal girişiminde bulunmuş, bu işgal de Polisario Cephesi tarafından engellenmiştir. Daha sonra 1976 yılında Cezayir’de sürgün “Arap Demokratik Cumhuriyeti”ni kuran örgüt, Libya’dan destek almıştır. Cephe Moritanya ile yakınlaşarak, “Afrika Birliği Örgütü” tarafından destek görmüş ve Fas’a karşı mücadele etmiştir. 

Porter Doktrini

Bir devletin borcunu ödememesi durumunda uygulanması gereken önlemlere ilişkin bir uluslararası hukuk görüşü. Bir devletin vatandaşlarının bir başka devletten alacaklarını tahsil edemedikleri durumlarda, borçlu devlete karşı zorlama tedbirlerine başvurulup vurulamayacağı konusu 20. yy. başlarında en çok tartışılan konulardan biriydi. Dönemin Arjantin Dışişleri Bakanı Louis Drago, 1907 yılında yapılan, II. La Haye Barış konferansında, bu gibi konularda borçlu devlete karşı zorlama önlemlerine başvurulamayacağını savunmuştu. Fakat çoğunluk bunu kabul etmemişti. ABD temsilcisi General Horace Porter bazı öneriler getirmiştir. Verilen önerilere göre, ilke olarak borçlu devlete karşı borcunu ödettirmek için zorlama önlemlerine başvurulamayacaktı. Bununla beraber, borçlu olan devlet konunun hakemliğe götürülmesini kabul edecekti. Eğer söz konusu olan devlet hakemin kararına uymazsa, o zaman o devlete karşı zorlama önlemleri kullanılacaktır. Bu görüş konferanstaki çoğunluk tarafından kabul edilerek, yeni bir doktrin (Porter) halini aldı. 

Potsdam Konferansı, 1945

II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Müttefik devletlerin yaptığı son konferans. Konferans, Prusya devletinin kraliyet merkezi olan Potsdam’da yapıldı. Konferansa ABD’den Başkan Truman, İngiltere’den Başbakan Winston Churchill (Konferans sürerken yapılan seçimlerde Churchill iktidardan düştü ve Attlee yeni Başbakan olarak Potsdam konferansına katıldı) ve Sovyetler Birliği’nden Stalin katılmıştır.Temmuz 1945’te başlayan Konferans, tarihin en büyük zaferinden sonra toplanmıştır. Fakat çözülmesi gereken sorun çok önemliydi: Avrupa’nın yeniden kurulması. Avrupa’nın savaştan yıkık çıkması, bu ihtiyacı doğurmuştu. Potsdam konferansı, planlandığı tarihten birkaç gün sonra başlamıştı. Tarihçiler bu konuda Truman’ı sorumlu tutmaktadırlar. Truman, konferansa ilk atom bombası denemesinin sonucunu beklerken gitti. Konferans’ta, barış antlaşmalarını hazırlayacak bir Dışişleri Bakanları Kurulu kuruldu. Üzerinde durulan en önemli konular: Almanya sorunu, Polonya sorunu, Avusturya’nın işgali, SSCB’nin Doğu Avrupa’daki rolü,savaş tazminatları ve Japonya ile süren savaşın durumuydu. Konferansta en çok tartışılan konu Almanya idi. Müttefikler, Almanya’nın yenilmesi kesinlik kazanmaya başlayınca, Almanya’nın parçalanması konusundaki eski görüşlerini değiştirmeye başladılar. Churchill Mart 1945’te “Almanya’yı parçalamayı düşünmüyoruz” demekteydi. Stalin ise Almanya’yı parçalamayı istemediğini söyledi. Stalin Ruhr bölgesinden tamirat almak istiyordu. Potsdam’da, daha çok Almanya’nın Nazilikten ve askerlikten arındırılması konusu üzerinde duruldu. İlk önce savaş suçlularının cezalandırılmasına karar verildi. Alman askerlerinin elinden silahların alınması, demokratik düzenin kurulması; bunu yapmak için ise, eğitim sisteminin tümüyle değiştirilmesi gerekirdi. Bunun için Almanya’nın bir süre işgal altında kalması kararlaştırıldı. Buna göre, Almanya, Sovyet, İngiliz, Amerikan ve Fransız işgal kuvvetleri komutanlarınca yönetilecek dört ayrı işgal bölgesine ayrılacaktı. Berlin, Viyana ve Avusturya aynı şekilde bölünecekti. Almanya’da demokrasiyi kurmak için, tüm ülkeyi kapsayan ve yerel özerkliğe sahip devletlerden oluşan bir federasyon kurulmasına karar verildi. Maliye, dış ticaret ve bunun gibi konular ise federalizm kapsamına alınmayarak “Denetim Kurulu” oluşturuldu.Konferansta üzerinde durulan diğer bir önemli konu, Polonya’ydı. Yalta Konferansında kurulması kararlaştırılmış olan koalisyon hükümeti, şimdi Potsdam Konferansı süresince kurulmuş ve kabul edilmişti. Polonya’da seçimler açık olacaktı, gazeteciler de seçimde gözlemci sıfatı ile bulunacaklardı. Sovyetler Birliği, Müttefik devletlerden yönetimleri değişen Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’a karışmamalarını, Türkiye’den Sovyetlere bir üs verilmesini istedi. Fakat bu istekler kabul edilmedi. Japonya’ya, Potsdam Bildirgesi’ni kabul etmesi için ültimatom gönderildi. Ancak, Japonya bunu reddetti. Bunun üzerine ABD, Hiroşima ve Nagazaki’ye (6 Ağustos, 9 Ağustos) atom bombası attı. Konferans 1 Ağustos 1945 tarihinde sona erdi. 

Prag Darbesi, 1948

Çekoslovakya’da Şubat 1948’de komünistler tarafından gerçekleştirilen hükümet darbesi. Çekoslovakya’nın Bohemya ve Marovya toprakları, 29 Eylül 1938 tarihinde yapılan Münih Konferansı ile Almanya’ya verilmişti. 1935’te Masaryk’ün yerine Cumhurbaşkanı olarak geçen Beneş, Almanya ilhakını onaylamaktansa Cumhurbaşkanlığından ayrılarak, önce Londra’ya, ardından Chicago’ya gitti. Çekoslovakya’nın toprak kayıpları, Münih Düzenlemesi ile bitmedi; ülkenin bir kısmı (Teschen Düklüğü) Polonya’ya, Slovaklar ile Rutenlerin yaşadığı topraklar Macaristan’a verildi. Dönemin Prag hükümeti, Tiso’nun yönetimindeki Slovak Halkçı Partisi ile Karpatlar’da yaşayan Rutenlerin özerklik taleplerine boyun eğerek, üç özerk birimden oluşacak çapraşık bir yönetim sistemi oluşturuldu. Mayıs 1942’de, ilk önce burada Protektora sıfatı ile bulunan Almanya yönetime fiilen el koydu. 1941’de, Beneş’in Londra’da ve Washington’da yürüttüğü görüşmeler sonucu, Jan Şramek’in başkanlığında, sürgündeki Çekoslovakya hükümeti kuruldu. Çek ulusal Komitesi’nin yönettiği yeraltı çalışmalar sonucu, 5 Mayıs’ta Prag halkı Alman birliklerine karşı ayaklandı. Mayıs 1946’da yapılan genel seçimlerde, Çekoslovakya komünistlerinin önderi Gottwald’in başında bulunduğu Komünist Parti seçimleri kazandı. Hükümette bir koalisyon oluşturularak, seçimlerin yapılacağı 1948’e değin geçici yönetimin sürdürülmesi kararı alındı. Ama partiler arası işbirliği, daha başlangıçta ekonomik kalkınma programı yüzünden, güçlüklerle karşı karşıya geldi. 1947’de SSCB’nin baskısıyla ABD’nin Marshall Planına katılma düşüncesinden vazgeçildi.20 Şubat 1948’de komünist olmayan bakanların büyük bölümü Gottwald’ı istifaya zorlamak umuduyla hükümetten ayrıldı. Ama Gottwald istifa etmedi ve komünistler, boşalan bakanlıkları ve muhalefete geçen partilerin merkezlerini işgal etti. Komünistlerin örgütlediği işçiler Prag’da yürüyüş yaptılar. Prag ve öteki bölgelerde “eylem komiteleri” kurularak, devlet görevlileri de bu kurulan işbirliğine zorlandı. 25 Şubat günü çoğunlukla komünistlerin bulunduğu yeni bir hükümet kuruldu. Geçici Milli Meclis yeni hükümeti ve programı onayladı. Binlerce komünist olmayan politikacı, aydın ve yönetici ülkeden ayrıldı. 10 Mart’ta eski Cumhurbaşkanı Jan Masaryk ölü olarak bulundu. Böylece ülkenin Komünist Partisi, gerçekleştirdiği hükümet darbesiyle yönetimi eline geçirdi ve ülkenin tek örgütü haline gelerek, halkın çoğunluğunu arkasına almayı başardı. Bu olaylardan sonra Çekoslovakya dış dünyaya kapanarak iç sorunlara yöneldi. 

Quebec Konferansları, 14-24 Ağustos 1943 ve 11-16 Eylül 1944

II. Dünya Savaşı sırasında ABD ve İngiltere arasında yapılan, aralıklı iki Konferans. Konferanslara ABD tarafından Devlet Başkanı Roosevelt, İngiltere tarafından ise Başkan Winston Churchill katılmıştır. İki konferanstan ilki 14-24 Ağustos 1943 tarihleri arasında yapıldı. Bu konferansta İtalya ve Fransa kıyılarına yapılacak askeri çıkartmaların planları tartışıldı. Konferansta İtalya’ya yapılacak çıkartmanın “Normandiya Çıkartması” ile aynı anda yapılması konusunda anlaşıldı ve daha sonra konu aynı yıl Moskova, Kahire ve Tahran’da yapılan konferanslarda da ele alındı. 11-16 Eylül 1944 tarihleri arasında yapılan ikinci konferansta taraflar, Almanya’ya karşı Batı’daki iki cepheden çıkartma yapılmasına karar verdi. 

Quebec Sorunu (Quebec Question)

Kanada’nın doğusunda Fransızca konuşanların çoğunlukta olduğu Quebec eyaletinin Kanada’dan ayrılıp-ayrılmama sorunu.Quebec 1534 yılında “yeni Fransa” adı altında kuruldu. Yeni yıl savaşları sonucunda Fransa burayı İngiltere’ye kaptırdı. Eyalet İngiliz kolonisi haline geldiğinde İngiliz Ceza Kanunu ve Fransız Medeni Kanunu uygulanmaya konuldu. 1791’de Kanada Aşağı Kanada (Quebec) ve Yukarı Kanada (Ontorio) olmak üzere ikiye ayrıldı. 19 yüzyıldan sonra Quebec’te İngiliz nüfus azalmasına rağmen, Fransızca konuşan halk hiçbir zaman bölgenin ekonomik hayatını kontrolü altına almayı başaramadı. 1918 yılında Fransız kökenliler I. Dünya Savaşı’nda İngiliz ordusuna katılmayı reddederek ayaklanmalar başlattılar. 1968 yılında ayrılıkçı “Parti Quebecois” kuruldu. 1970’lerde şiddet eylemleri arttı, ve finansman ayarlamaları konusunda eyaletler arasında problemler çıkmaya başladı. Kanada’dan ayrılma konusunda 1980 yılında yapılan ilk referandumda ayrılıkçılar yüzde 40 oyla mağlup oldular. Quebec, 1982’deki Kanada Anayasası’nı kendi kimliğine aykırı bularak imzalamadı. Qubec’in şikayetleri doğrultusunda 1987 ve 1992 yıllarındaki iki girişim başarısızlıkla sonuçlandı. 30 Ekim 1995’te yapılan referandumda ayrılıkçılar yüzde 1.2 gibi küçük bir farkla yenilgiye uğradılar. 

Quisling (quisling)

Başka bir devletin politikasına felsefesine ve sempati duyan ve savaş durumunda saldırgan devlete katılarak ve işbirliği yaparak kendi ülkesi aleyhine çalışan kişi. Bu kavram, bir süre Norveç’teki Faşist Parti’nin lideri olan ve İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in ordularının ülkesini işgal etmesi sırasında Alman çıkarlarına hizmet eden bir hükümet kuran Vidkun Quisling’in adından türemiştir. 

Ramazan Savaşı (Yom Kippur Savaşı), 1973

Ortadoğu’da, Arap ile İsrail kuvvetleri arasında yapılan savaşlardan en önemlisi 6 Ekim 1973 günü başlayan bu savaş altı gün süren 1967 Savaşının yarattığı kızgınlığın bir sonucuydu. 6 Gün Savaşında İsrail, topraklarını yaklaşık dört kat genişletmişti. Golan Tepeleri Kudüs’ün tümü, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Gazze İsrail’in eline geçmişti.1970 yılında Nasır’ın ölmesi ile yerine geçen Enver Sedat, 1967 yılında İsrail’e kaptırılan toprakların geri alınması için, bir Arap karşı saldırısı üzerinde durmaya başladı. 6 Ekim 1973’te başlayan savaşın, Müslümanların kutsal ayı olan Ramazan ve Yahudilerin kutsal ayı olan Yom Kippur’a denk gelmesi, bu savaşın aynı zamanda Ramazan Savaşı olarak anılmasına neden oldu. Söz konusu olan tarihte, Suriye ve Mısır birlikleri bir sürpriz saldırıda bulundular. İsrail birlikleri Sina yarımadasından ve Golan Tepeleri’nden çekilmeye zorlandı. Bu savaşta ilk kez Araplar İsrail’e saldırıda bulunacak güç buldular, aynı zamanda güçlerine güvenmeye başladılar. Savaşın Arapların lehinde olduğunu gören öteki Arap devletleri de savaşa katıldılar. İki büyük güç de bu savaşta dolaylı olarak yerlerini almışlar, ABD İsrail’e Sovyetler Birliği Arap devletlerine silah göndermekteydi. Ancak, savaşın gidişatı böyle olmadı. Savaşın ikinci haftasında, İsrail karşı saldırıda bulunarak, Golan Tepeleri’ni geri aldı ve Sina Yarımadası’ndan geri çektiği askerleri, tekrar geriye gönderdi.Savaşın etkisi iki büyük devlet arasındaki çekişmeye yansıması, Doğu-Batı çatışma olasılığını ortaya çıkardı. Bunun üzerine harekete geçen BM Güvenlik Konseyi bir ateşkesin sağlanmasına karar verdi. Ancak bu karar yürümedi. Sovyetler Birliği’nin, ABD-Sovyetler Birliği kuvvetlerinin bölgeye gönderilmesini öngören önerisi, ABD tarafından reddedildi. Daha sonra, Sovyetler Birliği, tek başına asker göndereceğine ilişkin açıklama yapınca, iki güç arasındaki gerilim bir hayli arttı. Fakat, araya Bağlantısızlar grubunun girmesi ile, bunların ortaya attıkları BM Barış Gücü askerlerinin çatışanların arasına girmesi önerisi kabul edildi.Savaş sona erdiğinde, tarafların kayıpları (hiç olmazsa manevi kayıp) çok fazla, aradaki askeri denge değişmiş, bir çok ülke değişik devletler tarafından silahlandırılmıştır. Suriye, Sovyetler Birliği yapımı olan T-62 tanklarına sahip olmuş, uçaklarına uçak filoları eklemiştir. İsrail ordusu da ABD tarafından güçlendirilmiştir.18 Ocak 1974’te İsrail-Mısır arasında barış antlaşması imzalandı. Antlaşma gereğince, Mısır Suveyş Kanalı’nın doğu yakasındaki güçlerini azaltacak, buna karşılık İsrail de Sina’da Milta ve Gidi geçitlerinin batısına çekilecekti. Bu antlaşma 4 Eylül 1975 tarihinde imzalanan ikinci bir antlaşma ile tamamlandı. 31 Mart 1974 tarihinde ise, Suriye ve İsrail arasında, her iki tarafın kuvvetlerinin bir Birleşmiş Milletler tampon bölgesi ile ayrılması ve savaş tutsaklarının değiştirilmesi kararlarını da içeren bir ateşkes antlaşması imzalandı.Ramazan Savaşı’nın en önemli sonucu, petrole sahip Arap ülkelerinin, petrol fiyatlarına yaptıkları müdahale ile üçüncü ülkelere karşı bir tür ambargonun koyulmasıdır. 

Rapollo Antlaşması, 1922

I. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği ve Almanya arasında imzalanan dostluk antlaşması. Savaşın sonunda yapılan antlaşmalar, iki savaş arası dönemin özelliklerine bir ölçüde biçim verdi. Almanya’ya imzalattırılan Versay Antlaşması, Almanya’ya ağır yükler verdi. Almanya, yapılan konferans ve toplantılarda hep ikinci sınıf devlet uygulamasını görüyordu. Fransa, Almanya’dan fizik garantiler peşinde koşuyor tamirat borcunda ısrar ediyor ve en önemlisi, dış politikada Almanya’yı “çevreleme politikası” uyguluyordu. Diğer taraftan da, 1917 sonrasında, Sovyetlerin Fransa ile ilişkileri iyi değildi. İç savaş sırasında Bolşeviklere karşı mücadele eden kesimleri destekleyen Fransa, savaş sonrası da bunun tutumunu değiştirmedi. Buna karşılık olarak da, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerinde ortaya çıkan başkaldırıları teşvik ediyor ve destekliyordu. 1922 yılında da Cenevre’de yapılan konferansta, İngiltere ve Fransa’nın, Çarlık döneminden kalan borçların ödenmesi isteğini Sovyetler reddettiler. Böylece ortak düşmana karşı, Sovyetler ve Almanya arasında bir yakınlaşma başladı. Bunun sonucu olarak da 16 Nisan 1922 tarihinde Cenevre yakınlarında bulunan Rapollo’da Alman-Sovyetler Birliği Rapollo Dostluk Antlaşması imzalandı. Buna göre, iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kuruluyor, Almanya yeni Sovyet rejimini tanıyordu. Birbirlerine yönelik her türlü iddiadan vazgeçtiklerini ve sıkı bir ekonomik işbirliğine gireceklerini belirtiyorlardı. Bu antlaşma ile birlikte Versay düzenine karşı ilk başkaldırı ortaya çıkmış olmaktaydı. Yani iki devlet, revizyonist bir politika sürdürdüler. Bu yakınlaşma bununla kalmayarak, 1926 yılında yapılan Berlin Antlaşması’na göre, taraflardan biri saldırıya uğrarsa, öteki devlet tam yansızlık politikası izleyecekti. Bu yakınlaşma, 1939 yılında tekrarlanmak üzere, Hitler’in 1933 yılında iktidara gelişine kadar sürecektir. 

Reformasyon (dini reform)

15. ve 16. yüzyılın Avrupa insanında ortaya çıkan görüş değişikliği sonucu, kilisenin devlet yönetiminden ayrı dinsel bir örgüt olarak faaliyet göstermesine neden olacak olan dini reform.Dini reform konusunda verilen mücadele, üç yönlü bir nitelik göstermiştir. Mücadelenin değişik niteliklere sahip olması, Katolik kilisesine karşı yapılan muhalefetin üç kaynaktan gelmiş olmasındandır. Bunlar, monarklar ve zenginler, sade vatandaş ve kilise içinde bulunan misyonerler, azizler’dir.15. yüzyıla gelindiğinde Kilise, monarklar ve zenginlerde olan saygınlığını yitirmeye başlamıştı. Monarklar ve zenginler, kilisenin manevi sınırlandırmalarına, genel hükümranlığına, koyduğu vergilere karşı çıkmaya başlamış, gücüne itibar etmemeye başlamışlardı. Bunun sonucu olarak da, monark ve zenginlerin reformasyonu, dinin başı olarak Papa’nın değil monarkın (devletin) geçmesi biçimini aldı, ve bunun üzerine her yerde ulusal kiliseler kurulmaya başlandı. Bohemya, Kuzey Almanya, İngiltere, İskoçya, İsveç, Norveç, Danimarka monarkları, Roma kilisesinden ayrıldılar ve kendi ulusal kiliselerini kurdular. Kilise’nin etkisi aynı zamanda sade vatandaşta da azalmaya başlamıştı. Ancak sade vatandaşın başkaldırısı monarktan farklı olarak, dini nitelikteydi. Onlar karşılarında güçlü bir kilisenin bulunmasını istiyorlardı, ama bu gücün dini öğretiye uygun olmasını istiyorlardı. Bunun sonucu olarak ta, sade vatandaşın reformasyonu, Roma kilisesi ile olan bağlantının tekrar devam etmesi ile sonuçlandı. Yapmak istedikleri, kilisenin otoritesine karşı, kendi İncil’lerine sahip olmak, kendi kiliselerini buna uygun olarak yönetmekti. Bu hareketin tipik örneği, Martin Luther’in Alman Protestanlığıdır. Büyük taraflar toplayan Protestanlık, gitgide yaşlı kıtada yayılmaya başladı. Daha sonra, bir grup Protestan prens ve kent -devletleri biraraya gelerek Katolik Kutsal Roma imparatoruna karşı, 1546 yılında savaş başlattılar. 1555 yılında yapılan Augsburg Barışı ile Protestanlık, devlet tarafından resmen tanındı.Kilisenin içinde bulunan misyonerler ve azizlerin başlattıkları reform hareketinin amacı, Kilise’yi doğru yola çekerek onun gücünü arttırmaktı. Bu hareketin en önemli temsilcisi, İspanyol Loyala’lı Aziz İngatius’tur. İngatius, 1538’de “İsa’nın Toplumu” adıyla bir tarikat kurdu. Ve bunlara halk tarafından “Cizvitler” (jesuits) denmeye başlandı. Bunlar daha çok misyonerlik faaliyetleri ile uğraşıyorlardı. Ancak bunların en büyük başarısı eğitim alanındadır. Bunlar Katolik Kilisesi’nin itibarını yeniden kazandırmak için çalışmışlardır.Reformasyon’unun en önemli sonucu, 15 ve 16. yüzyılda Kilisesinin ya da dini otoritenin hemen hemen bugünkü biçimini alması ve laikliğe giden kapının açılmasıdır. 

Roma Antlaşmaları, 1957

Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Avrupa Atom Birliği’nin (EURATOM) kuran 25 Mart 1957 tarihli Roma antlaşmaları. Bu antlaşmalar, Avrupa’nın ekonomik ve siyasal birlik kurma çabalarının bir sonucudur. 1945’i izleyen yıllarda Avrupa devletlerinin çoğu, karşılaştıkları ekonomik ve siyasal sorunların yalnızca ulusal bir çerçevede halledilemeyeceğini, bir tür uluslararası ya da uluslarüstü yetkilerle donatılmış bir kuruluşun kurulmasından yanaydılar. İşte,Avrupa devletleri aralarındaki koordinasyonu sağlamak için, Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nü (Nisan 1948), daha sonra bunu yetersiz görerek, Avrupa Kömür ve Çelik Birliğini kurdular (C.E.C.A). Avrupa’nın uluslarüstü bir ekonomik bütünleşmeye gitmesi konusunda yeni bir girişim Hollanda Dışişleri Bakanı Johan Willem Beyen’den geldi. Beyen, bu konuda 1953 yılında bir plan sundu. Buna “Benelux Memorandumu” adı verilmektedir. Temmuz 1955’te Federal Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg’un katıldığı Messina toplantısı yapıldı. Bu toplantıda, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile Avrupa Atom Birliği’nin (EURATOM) dayanacağı genel ilkeler saptandı ve Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (CECA) gibi bir ortak pazarı, ekonominin bütün alanlarına yayma kararı aldılar. Kurulacak topluluğun yöntemlerini saptamak için hükümetler arası bir komite kuruldu. Bu kurulun hazırladığı “Spaak Raporu” (Eski Belçika Başkanı Paul Henry Spaak’ın adıyla anılmaktadır) 1956 yılının Nisan ayında hükümetlere sunuldu. Bütünleşme konusunda atacakları ilk adım gümrük duvarlarının kaldırılmasıydı. Böylece hazırlanan antlaşmalar, 25 Mart 1957 tarihinde Roma’da imzalanarak, Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak 1 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe girdi.İngiltere, İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) ile özel ilişkilerini dikkate alarak, AET ve girmedi. Ancak daha sonra, İsveç, Norveç, Danimarka, Avusturya, Portekiz ve İsviçre ile kurduğu EFTA (European Free Trade Area) cılız kalınca AET’ye girme yollarını aramaya başladı ve 1973 yılında üye oldu. 

Rönesans

“Yeniden doğuş” anlamına gelen bir süreçtir. 15. yüzyılda başlayan bir süreç, aynı yüzyıl içinde bütün Avrupa’ya yayıldı. Bu yenilikte, Roma ve Grek başarılarının yeniden cezalandırılması istemi vardır. Rönesans şu temel anlayışlara dayanıyordu.

1)Yeryüzü ilgi çekici ve araştırılmaya değer bir yerdir,

2)İnsan güçlüdür ve bu gücüyle büyük başarılar elde edebilir,

3)İnsanın sürekli faal olması şerefli bir şeydir ve

4)Gerçek güzeldir. Bu anlayışlara bağlı olarak da yaşadığımız dünya o kadar ilgi çekici bir yerdir ki, başka dünyaları düşünmenin hiçbir anlamı yoktur anlayışı hakimdir.

Rönesans döneminin yaratıcılığının esas yürütücü gücü tüccarlardır. Bunlar en karlı ticaretin hangi alanda olduğunu araştırdılar ve bu yoldan sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine yatırdılar. Rönesans; Floransa, Venedik, İngiltere, Portekiz, Hollanda gibi küçük kent-devletlerinde ya da metropollerde doğmuştur. 

Yorum bırakın