Danzig Sorunu 

Nazi Almanya’sının Versailles Antlaşması ile “serbest kent” ilan edilmiş olan Danzig (Gdansk)’i Almanya’ya katma çabaları ve buna karşı Polonya’nın gösterdiği tepki sonucu doğan uluslararası bunalım. Serbest kent olan Danzig 1922 yılında Polonya’nın gümrük sınırları içine alınmıştı. Doğuya doğru genişleme politikası izlemeyi amaçlayan Hitler, İngiltere ve Fransa’nın herhangi bir Alman saldırısına karşı Polonya’ya verdikleri askeri güvencenin boş olduğunu göstermek ve bu iki devletin niyetlerinin ciddi olup olmadığını denetlemek istiyordu. Bunun sonucu 1 Eylül 1939 sabahı Alman birlikleri Polonya’yı işgale başladılar. Almanya çekilmesi için verilen ültimatomu reddedince 3 Eylül günü önce İngiltere sonra da Fransa Almanya’ya savaş ilan ettiler ve böylece II. Dünya Savaşı başlamış oldu. 

Dawes Planı, 1924 

I. Dünya Savaşından sonra Almanya’nın ödeyeceği savaş tazminatı sorununu çözen Amerikalı maliyeci Charles G.Dawes başkanlığındaki bir kurul tarafından hazırlanan rapor.Versailles Antlaşması ile Almanya’nın müttefik devletlere ödeyeceği savaş tazminatı -veya diğer deyişle tamirat borcu- 56 milyar dolar olarak hesaplanmıştı. Daha sonra Almanya’nın itirazları üzerine bu miktar 33 milyar dolara indirildi. Almanya’nın bu miktarı da ödemeyeceğini bildirmesi üzerine bir komisyon kuruldu ve bu komisyon tarafından Dawes Planı diye adlandırılan plan hazırlandı. Bu plana göre Almanya’nın tazminat borcu taksitlere bölünüyor ve bu borç için belirli bir tavan da saptanmıyordu. Rapor Ağustos 1924’te müttefik devletler ve Almanya tarafından kabul edildi. Rapor Almanya’nın 250 milyon dolardan borçlanmak üzere giderek artan oranlarda yıllık ödemeler yapmasını öngörmüştü. Ayrıca Almanya’ya 200 milyon dolarlık bir kredi açılacaktı. Planın olumlu sonuç vermesi üzerine 1929 yılında Almanya üzerindeki sıkı denetimin kaldırılmasına ve toplam tazminat borcu miktarının belirlenmesine karar verildi. Bu da 1929 Young Planı ile gerçekleşti. Dawes Planı tazminat borcu sorunu nedeniyle bozulan Alman-Fransız ilişkilerini düzelmesine yardımcı olmuş ve Lokarno Antlaşmaları’na giden yolu açmıştır. 

Dayanışma Hareketi 

Polonya’da Eylül 1980’de Gdansk kentinde kurulan bağımsız Dayanışma Sendikası’nın önderliğinde başlayan komünist rejimin yumuşaması yönündeki hareket. Aralık 1981’de ilan edilen sıkı yönetimle sendikanın faaliyetleri durduruldu ve Ekim 1982’de Polonya Ulusal Meclisi’nin kararıyla resmen kapatıldı. Bu “kapatılmışlık” dönemi boyunca sendika başkanı Lech Walesa liderliğinde, komünist yönetime karşı pasif bir direnişte bulundu. Bu mücadele sonucunda 80’lerin sonlarına doğru Jaruselwski hükümeti Dayanışma ile temaslara başladı. Yönetim ile Sendika arasında yapılan “yuvarlak masa” toplantılarından sonra yasallaştı ve bir siyasi parti niteliğini de kazandı. 4 Haziran 1989’da yapılan yarı serbest seçimlerle birlikte Dayanışma Hareketi parlamentonun seçimle belirlenen %35’inin tamamını kazanarak 460 üyeli Ulusal Meclis’te 151 sandalye kazandı. Tamamı seçimle belirlenen Senato’da ise 100 üyeliğin 99’unu kazanarak büyük bir başarı elde etti. Seçim sonrası Dayanışma Hareketi ile Komünist Parti geniş kapsamlı bir koalisyona gitti ve başbakanlığa Mazowiecki getirilirken Cumhurbaşkanı Jaruselwski görevine devam etti.

Demir perde 

II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin komünist olmayan ülkelerle ilişkilerindeki kapalılık ve gizlilik siyasetini belirten terim. Demir perde terimi ilk kez Winston Churchill tarafından 5 Mart 1946 tarihli ünlü Fulton konuşması sırasında kullanılmıştır. Terim Soğuk Savaş dönemi boyunca Batılı ülkelerce komünist ülkelerin kapalılık, gizlilik yönündeki tutumlarını eleştiri amacıyla sık bir şekilde kullanılmıştır. 

Deniz Egemenliği Teorisi 

XX. yüzyılın başlarında Amerikalı Amiral Alfred T. Mahan tarafından ortaya atılan jeopolitik egemenlik teorisi. Bu teoriye göre denizlere egemen olan devlet, bütün dünyanın egemenliğine sahip olacaktır. Nitekim Avrupalı devletlerin denizaşırı sömürgeciliğinin en ileri noktaya ulaştığı dönemde yazdığı “Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi” adlı kitabında Mahan esas olarak dönemin en büyük deniz gücü ve “üzerinde güneşin batmadığı” bir sömürge imparatorluğuna sahip İngiliz imparatorluğunu incelemiştir.

Denktaş-Kyprianu Anlaşması, 1979 

Kıbrıs sorunun çözümü konusunda toplumlararası görüşmeleri yönlendirecek ana ilkeleri saptamak amacıyla 19 Mayıs 1979 da Kıbrıs Türk Federe Devleti Başkanı Rauf Denktaş ile Kıbrıs Rum Kesimi lideri Spiras Kayprianu arasında varılan anlaşma. On maddeden oluşan bu anlaşmaya göre toplumlararası görüşmeler Birleşmiş Milletler gözetiminde 15 Haziran 1979’da başlayacak ve 1977 tarihli Denktaş-Makarios Anlaşması ile Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs ile ilgili olarak almış olduğu kararlar çerçevesinde yürütülecekti. Toprak ve anayasa sorunları temel olarak görüşülecek ama Maraş bölgesinin durumu öncelikle ele alınacaktı. Maraş konusunda bir anlaşmaya varılır varılmaz bu anlaşma öncelikle yürürlüğe geçirilecekti. Anlaşmaya rağmen taraflar ortak noktalarda uzlaşmaya varamadılar. 

Denktaş-Makarios Anlaşması, 1977 

12 Şubat 1977’de Denktaş ile Makarios arasında imzalanan anlaşma. Dört maddeden oluşan bu anlaşmaya göre taraflar “federal bir cumhuriyet” esasını kabul etmiş ve devlet yapısı ve anayasal sistemi bu esasa dayandırmayı kararlaştırmışlardır. Buna ek olarak toprak düzenlemesi konusunun ekonomik yeterlik ve toprak mülkiyeti ilkelerine göre yapılması kararına da varılmıştır.

Derebeylik: bkz. feodalizm 

Doğrudan Haberleşme Hattı Antlaşması, 1963 

Kırmızı Telefon Antlaşması olarak da bilinir. A.B.D. ile Sovyetler Birliği arasında, herhangi bir yanlışlık çıkması veya kaza sonucu bir nükleer savaş çıkması tehlikesini önlemek amacıyla imzalanan antlaşma. 1962 Ekim Füzeleri Bunalımı (Küba)’ndan sonra, iki ülke lideri arasında doğrudan devreye girecek ve diyalogu kolaylaştıracak bir iletişim sisteminin kurulması gündeme gelmişti. Bu amaçla iki ülke arasında 20 Haziran 1963’te Cenevre’de söz konusu antlaşma imzalandı. 

Doğu Politikası (Ostpolitik) 

Doğu-Batı ilişkilerinde yeni bir bakışın sonucu olarak Federal Almanya’nın 1967 yılından itibaren izlemeye başladığı, Varşova Paktı ülkeleri ve Demokratik Almanya ile ilişkilerini normalleştirmeyi amaçladığı Doğu Avrupa politikası. Bu politikanın üç ana unsuru vardı.

i-Moskova ile doğrudan diyaloğun açılması

ii-Doğu Avrupa ülkeleri ile ilişkilerin tam olarak normalleştirilmesi için yolların aranması

iii-Demokratik Almanya’yı ayrı bir birim olarak tanımaksızın bu devletle “geçici bir anlaşmaya” (modus vivendi) varılması.

Diyaloğun ilk adımı, 12 Ağustos 1979’te Sovyetler Birliği ile Federal Almanya arasında yapılan andlaşmadır. Bu andlaşmayla iki devlet yumuşamayı en önemli siyasal amaçları arasında tanımlamakta ve ilişkilerinde başlangıç noktası olarak Avrupa gerçeklerini kabul edeceklerini belirtmekteydiler. Ayrıca iki devlet, ilişkilerinde kuvvet kullanmayı ve Avrupa’daki ülkelerin oluşmuş sınırlar içinde bütünlüklerine saygı göstereceklerini taahhüt etmekteydiler. Andlaşmada ayrıca taraflar Oder-Neisse akarsularının Doğu Almanya-Polonya sınırını oluşturduğu kabul ettiklerini de açıklıyorlardı.Ostpolitik’in ikinci unsuru 7 Aralık 1970 Federal Almanya-Polonya Andlaşmasıdır. Bu andlaşma ile iki ülke Potsdam Konferansı ile belirlenen Oder-Neisse sınırını tanımayı ve gelecekte de sınırların dokunulmazlığını kabul ve birbirlerine karşı kuvvet kullanmamayı taahhüt ettiler.Ostpolitik’in en önemli unsuru ise Federal Almanya ile Demokratik Almanya arasında Soğuk Savaş’ın temelini oluşturan ilişkileri idi. İki Alman devleti arasındaki andlaşma 21 Aralık 1972’de imzalandı. Böylece Federal Almanya’nın Doğu Politikasının en önemli ve anlamlı uygulaması gerçekleştirildi. Bu andlaşmaya göre, taraflar birbirlerine karşı kuvvet tehdit kullanmayacaklar, birbirlerinin sınırlarının dokunulmazlığını ve toprak bütünlüğünü kabul edecekler, birbirlerini uluslararası alanda temsil etmeyecekler, öteki adına davranışta bulunmayacaklar ve aralarında daimi temsilcilikler kuracaklardı. Federal Almanya, andlaşmanın imzalandığı gün Demokratik Alman hükümetine bir nota vererek, imzalanan andlaşmanın Almanya’nın birleşmesi amacıyla çelişmediği görüşünde olduğunu açıklamıştır.Federal Almanya’nın Doğu Politikasındaki son engel 11 Aralık 1973 tarihli Federal Almanya-Çekoslovakya Andlaşmasıyla ortadan kaldırıldı. Bu andlaşma ile, 1938 Münih Düzenlemesinin geçersiz olduğu kabul edilmiş, iki ülke sınırlarının dokunulmazlığı yükümlülük altına alınmıştır. Ayrıca iki devlet arasında diplomatik ilişki kurulmuştur.Böylece, Willy Brandt’in 1967 yılında ortaya attığı Doğu Politikası, bu politikanın özüne uygun olarak imzalanan andlaşmalarla yürürlüğe girmiş ve Federal Almanya’nın bu tutumu, Soğuk Savaş’tan yumuşama dönemine geçişte en önemli basamak taşı olmuştur.  

Doğu Sorunu (Eastern Question) 

Osmanlı Devleti’nin dağılmaya başlamasından sonra büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki rekabetlerini açıklayan terim (Eski dilde Şark Meselesi). İlk kez 1813 Viyana Kongresi’nde kullanılmıştır.1699 Karlofça Andlaşması ile Osmanlı ilk kez büyük toprak kayıplarına uğramıştı. Kuzeyde Rusya’nın büyük bir güç olarak ortaya çıkması ile de XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nin hem Karadeniz’de hem de Balkanlar’da nüfuzu sarsılmaya başladı. Bu arada Rusya I. Petro zamanında itibaren Kafkasya’ya da inmeyi başlamış, bu da Osmanlı Devleti için başka bir sorun olmuştur. XIX yüzyılda sömürgeci Avrupa devletleri de Osmanlı Devleti’nin Afrika ve Ortadoğu’daki topraklarına göz dikmeye ve buraları ele geçirmeye başladılar.Bu parçalama süreciyle beraber tek bir devletin Osmanlı Devleti üzerindeki etkisini artırılmasından korkan büyük devletler, mevcut dengeye korumak amacıyla Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü Batılı devletlere dayanarak koruması ve bunun karşılığında çeşitli ödünler verme yolunda bir politika izlediler. Ama XIX. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın artık yaşamayacağına karar veren bu devletler, başta İngiltere olmak üzere, artık Osmanlı Devleti’ni paylaşma çabasına girdiler. Bu durum Osmanlı Devleti’ni Almanya’ya yaklaştırdı. 1912-1913 Balkan Savaşları’nda Avrupa’daki son topraklarını da kaybeden Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşının hemen öncesinde Almanya ile bir ittifak andlaşması imzalandı. Savaş sırasında Sykes-Picot andlaşması ile Osmanlı’yı paylaşma konusunda anlaşan Batılı devletler, savaş sonrasında Rusya’da Bolşevik Devrimi’nin olması sonucu doğan yeni ortam doğrultusunda San Remo Konferansı’nda yeni bir paylaşıma gittiler. Bunun sonucunda Ortadoğu’daki Osmanlı toprakları İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Büyük devletlerin Boğazlar ve Anadolu için öngördükleri paylaşım ise Kurtuluş Savaşı ile başarısızlığa uğratıldı. Sonuçta Batılı devletler 1923 Lozan Andlaşması ile Türkiye’yi tanımak zorunda kaldılar. 

Domuzlar Körfezi Olayı, 1961 

1961 Nisan’ında Küba’daki Castro rejimini devirmek amacıyla A.B.D.’nin desteklediği Kübalı mültecilerin ülkenin güneybatısındaki Domuzlar Körfezinde giriştikleri başarısız askeri hareket. 1959 başında Küba’daki Amerikan yanlısı diktatör Batista’yı devirerek iktidara geçen Fidel Castro Sovyet yanlısı bir politika izliyordu. A.B.D. Castro’yu devirebilmek için çeşitli yollar aradı. Amerikan Devletleri Örgütü (OAS)’ndaki diğer Latin Amerikan devletlerini Küba aleyhinde girişme zorladı ve bu ülkeye karşı bir şeker boykotu uygulamaya başladı. Castro bu harekete, Küba’daki Amerikalıların mülklerini millileştirerek cevap verdi ve Havana’daki Amerikalı diplomatların ülkeyi terk etmesini istedi. Bunun üzerine Başkan Eisenhower Küba ile diplomatik ilişkileri kesti. Bundan sonraki Başkan Kennedy de CIA’nın hazırlanmış olduğu planı uygulamaya koyarak Domuzlar Körfezi Çıkartmasını gerçekleştirdi, ama plan başarısızlıkla sonuçlandı. Kübalı yetkililerin harekata katılmış mültecileri yargılamaları sonucu harekattaki A.B.D. rolü ortaya çıktı. Bu olaydan sonra iki ülke arasındaki gerginlik Sovyetler Birliği’nin Küba’ya nükleer başlıklı Ekim Füzelerini yerleştirmeye başlaması ile daha da arttı. 

Dörtlü İttifak, 1815  

Viyana Kongresi düzenlemeleri çerçevesinde, 20 Kasım 1815’te Avusturya, Rusya, Prusya ve İngiltere arasında imzalanan ittifak. Rus Çarı Alexander’in girişimleri sonucu imzalanan Kutsal İttifak’a rağmen Rusya’ya güvenmeyen Avusturya, daha geniş kapsamlı bir ittifak istemekteydi. Yeni ittifak çağrısına daha sonra İngiltere de katıldı. Bu ittifak, Fransa’ya karşı imzalanmış olmasına karşın Avrupa’da yeni oluşturulan statükoyu korumayı amaçlamaktaydı. Her türlü liberalist eyleme karşı tarafların ortak faaliyeti öngörülmekteydi. Aynı şekilde milliyetçilik akımlarına da cephe alınacaktı. Bu ittifaka daha sonra 1818’de Fransa da katıldı. 1848 devrimlerine kadar bir şekilde başarılı olduğu söylenebilecek ittifak, Viyana Düzeni’nin kurucularından Avusturya şansölyesi Metternich’in adıyla da anılır.

Drago Doktrini 

Ülkelerin dış borçlarının askeri müdahalelerle ödetilmesine karşı çıkan doktrin. Bu doktrin 1902’de Arjantin’in Dışişleri Bakanı tarafından ortaya atılmıştır. Louis M. Drago, borçlu devletin borcunu ödeyemediği durumlarda zorlama tedbirleri uygulamanın veya borçlu devletin topraklarını işgal etme hakkının olmadığını ve bunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu ilan etmiştir.Drago doktrinine göre, bir yabancı devlete borç veren sermaye sahipleri, söz konusu ülkenin kaynaklarını, ödeme kabiliyetini durumunda karşılayabilecekleri olası zararları gayet iyi bilirler. Bu yüzden de borcun şartlarını o derece ağır tutarlar. Ayrıca sermaye sahipleri borç verdikleri devletin egemen bir birim olduğunun ve borcunu ödemeye zorlanamayacağının da bilincinde olmak durumundadırlar. Buna karşılık borçlu devlet de mutlaka borcunu tanımak ve ödeme yollarını aramak zorundadır. Ancak, varolan borcu zorla ödetmeye kalkmak zayıfların kuvvetlilerin etkisi altına girmesine yol açacaktır. Drago’nun bu görüşleri 1907’de La Haye İkinci Barış Konferansı’nda yeniden ele alınmıştır. ABD temsilcileri Genel Horace Portes’in bazı önerileriyle birlikte biraz değişikliğe uğrayarak kabul edilmiştir.Drago Doktrini 1902’de İngiltere, Almanya ve İtalya tarafından Venezuela borçlarını ödemeyince kurulan deniz ablukasıyla gündeme gelmiştir. Drago doktrini Monroe doktrini çerçevesinde Avrupa’nın yarımküreye müdahale etmemesi prensibini desteklemek için ABD tarafından savunulmuştur. Bununla beraber borçlu devlet yargısal ve idari çareler bulamazsa uluslararası hukuk standartlarında hakkın reddi davasına konu olabilir. Böyle bir durumda bir dış devlet kendi vatandaşları adına diplomatik olarak müdahale edebilir.  

Dumbarton Oaks Konferansı, 21 Ağustos-7 Ekim 1944 

Birleşmiş Milletler’in kuruluş ve faaliyetleri hakkındaki ön çalışmaların yapıldığı konferans. İki ayrı safhadan oluşan konferansın ilk ve önemli olan safhasına A.B.D., İngiltere ve Sovyetler Birliği katılmış, ikinci safhada Çin de yer almıştır. Konferansta Milletler Cemiyeti yerine kurulacak yeni uluslararası örgütle ilgili görüş alışverişinde bulunulup önerilerle ilgili taslak planlar hazırlanmıştır.Konferansta büyük güçlerin kurulmasını amaçladıkları dünya örgütünün yapısı konusunda büyük oranda anlaşmaya varılmış. Anlaşılamayan konuların çözümü (veto hakkının kullanımı, üyelik, bunalımların çözüm şekli) Yalta Konferansı’na bırakılmıştır. Dumbarton Oaks Konferansı’nda hazırlanan öneriler taslağı 1945 yılında düzenlenen San Fransisco Konferansı sonunda yayınlanan Birleşmiş Milletler Andlaşmasına birkaç değişiklik dışında temel olmuştur.  Dunkirk Andlaşması, 4 Mart 1947 İngiltere ve Fransa arasında 50 yıllığına imzalan ve yeni bir Alman saldırganlığına karşı karşılıklı danışma ve ortak hareketi öngören andlaşma. Tam adı Dunkirk İttifak ve Karşılıklı Yardımlaşma Andlaşması’dır. Andlaşma askeri konularda olduğu kadar ekonomik konularda da karşılıklı danışmayı içeriyordu.Dunkirk Andlaşması, II. Dünya Savaşı’nda yaşanan felaketten sonra Fransa’nın yeniden bir büyük güç olarak doğuşunu simgeler. Andlaşma bir yıl sonra imzalanacak olan Brüksel Andlaşması’na öncülük etmiştir. Düyun-ı Umumiye 

Osmanlı Devleti’nin 1854 Kırım Savaşı’ndan sonra almaya başladığı dış borçları ödemeyecek duruma gelmesi üzerine kurulan kurum.Osmanlı Devleti 1854’ten sonraki yirmi yıl içinde on beş defa dış borç aldı. 5.297.676.000 altın Franka ulaşan borcun yıllık faizi de 300 milyon Franka varıyordu. Osmanlı Devleti bu borcun faizini bile ödemeyecek duruma gelince Ekim 1875’te Ramazan Kararnamesi yayınlandı. Bu kararname ile vadesi gelen taksitlerin ancak yarısının ödeneceği açıklandı. Ancak Mart 1876’da ödemeler tamamen durdu. Bunu, Osmanlı hükümetinin Galata bankerlerinden aldığı ve toplam 8.725.000 Osmanlı lirası iç borcun ödenmesinin durdurulması izledi.1881 Eylül’ünde alacaklı temsilcileri İstanbul’da biraraya geldi. Toplantı sonucunda, borçları, alacaklıların seçeceği üyelerden meydana gelen bir meclisin yönetmesine karar verildi. 20 Aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile de hükümetle anlaşmaya varıldı. Kararname, 1858-1874 arasında alınan 5.5 milyon Franklık borcu içermekteydi. Aynı yıl içinde, göreve borçlara ayrılan devlet gelirlerinin, alacaklıların çıkarlarına uygun biçimde yönetilmesi olan “Düyun-ı Umumiye-i Osmaniye Meclis-i İdaresi” kuruldu. Düyun-ı Umumiye’nin yönetim kurulu, İngiltere ve Hollanda’yı temsilen bir, Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya ve Osmanlı Devleti ile Osmanlı Bankası ve Galata bankerlerini temsilen yine birer olmak üzere sekiz üyelerden oluşuyordu. Düyun-ı Umumiye’ye tuz, pul, ipek, tütün, balık avı ve alkolden alınan vergiler ile damga resmi gibi gelirler bırakılmıştı. Avrupa sermaye çevrelerinin baskısı ile tütünden alınan vergiden elde edilen gelirin artırılması amacıyla bu ürünün üretimi denetim altına alındı ve 1884 yılında Tütün Rejisi adında bir şirket kuruldu.Osmanlı Devleti, Duyun-ı Umumiye’nin kurulmasından sonra da borç almaktan kurtulamadı. I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul hükümetiyle itilaf devletleri arasında imzalanan Sevres Andlaşması ile Düyun-ı Umumiye’nin devamı öngörülüyordu, ama Lozan Andlaşması ile bu kurum tarihe karışmıştır. Lozan Andlaşması ile Osmanlı borçları ondan bağımsızlığını kazanan devletler arasında paylaştırılmış ve Türkiye 1954’e kadar taksitler halinde kendisine düşen payı ödemiştir.

Edirne Andlaşması, 1829 

Osmanlı devleti ve Rusya arasında 14 Eylül 1829 tarihinde Edirne’de imzalanan ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşını sona erdiren andlaşma. Andlaşma ile Rusya’nın Doğu Avrupa ve Balkanlardaki konumu güç kazanırken Osmanlı devleti zayıflama ve Avrupa’daki güç dengesine bağımlı bir hale gelmiştir. Bu andlaşma Osmanlı’nın Balkanlarda geri kalan son toprakların da kaybetmesi yolunda bir başlangıç olarak kabul edilir. 

Ege Sorunları 

Türkiye ile Yunanistan arasında varolan ve karasuları, kıta sahanlığı, FIR hattı-hava sahası ve adaların silahlanması olmak üzere dörde ayrılabilecek sorunlar. 

Karasuları sorunu

Lozan Andlaşması Ege’deki karasuları 3 mil olarak kabul edilmiştir. 17 Eylül 1936 tarihinde Yunanistan bir yasa ile karasularını 6 mile çıkarmıştır. O dönemde iyi olan Türk-Yunan ilişkileri nedeniyle, Türkiye buna ses çıkartmamıştır. Böylece Yunanistan’ın Ege’deki payı %35’e çıkmıştır. 6 mili ancak 1964’te uygulamaya başlayan Türkiye ise, %8,8’lik bir paya ulaşmıştır. Eğer Ege’deki karasuları 12 mile çıkarsa bu oranlar sırasıyla %63,9 ve %10’a yükselecektir. Bunun nedeni Ege’deki 12 mil olayının aslında bir adalar sorunu olmasıdır. Yunanistan’ın Ege’de, bir kısmı da Türkiye’ye çok yakın yerlerde bulunan 2383 adası bu ülkeye böyle bir avantaj sağlamaktadır.12 mil sorunu, sadece Türkiye’yi değil, Ege denizinin açık denizini bir uluslararası su yolu olarak kullanan her devleti ilgilendirmektedir. Çünkü 12 mil durumunda Ege’deki açık deniz oranı %56’dan, %26.1’e inecektir.Yunanistan, Ege karasuları sorununda karasularının azami sınırının 12 mil olabileceğini kabul eden 1982 BM Sözleşmesine atıfta bulunmaktadır. Türkiye ise, bu sözleşmeye taraf olmadığını vurgulamakta, Ege denizinin bir yarı-kapalı deniz olduğunun altını çizmekte ve Ege’de sınır saptaması yapılırken hakkaniyet ilkesine göre hareket edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Türkiye, ayrıca Yunanistan’ın karasularını 6 milin üstüne çıkarmasının casus belli (savaş sebebi) sayılacağını ifade etmektedir. 

Kıta sahanlığı sorunu

Yunanistan, Türkiye ile herhangi bir anlaşma yapmadan kıta sahanlığını “eşit uzaklık” ilkesine göre tek taraflı bir biçimde saptayarak, bölgede yabancı şirketlere petrol arama izni vermeye başlamıştır. Böylece Yunanistan Ege denizi kıta sahanlığının tamamını kendisinin sayma eğilimine girmiştir. Türkiye’de, kıta sahanlığının Ege Denizi’nin en derin noktalarından geçen hatta göre sınırlandırılabileceği görüşünden hareket ederek 1 Kasım 1973’te, TPAO’ya, Anadolu’nun doğal uzantısı, yani kendi kıta sahanlığı saydığı yerlerde (ki bazı Yunan adalarının batısına düşüyorsa) petrol arama ruhsatı vermiştir. Yunanistan bunu 7 Şubat notasıyla protesto etmiş ve böylece sorun tırmanmıştır.Yunanistan, Ağustos 1976’da sorunu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’na götürdü. Güvenlik Konseyi, taraflarla görüşmelere başlama ve Adalet Divanı’na başvurma önerisinde bulundu. Divan, Yunanistan’ın “ihtiyatı tedbir” istemini 11 Eylül 1976’da reddetti. Ayrıca divan, üç yıl sonra, 1979 Ocağında, Ege Denizi Kıta Sahanlığı konusunda yetkisiz olduğuna karar verdi.Taraflar arasında Kasım 1976’da, Bern’de yapılan toplantıda, kıta sahanlığı konusunda yapılacak olan görüşmelerde nasıl davranılacağını belirleyen birtakım kurallar saptandı. Ancak görüşmeler kesildikten sonra, Yunanistan Bern Bildirisi’ni tanımadığını açıkladı. Mart 1987’den sonra kendi kıta sahanlığı olduğunu iddia ettiği bölgede petrol arama izni verdi. Bunun üzerine Türkiye 25 Mart 1987’de Yunan adalarının çevresinde petrol arayacağını belirtti. Silahlı çatışma olasılığının çok yaklaştığı bir bunalım doğduysa da 27 Mart’ta her iki taraf şimdiki karasuları dışına çıkmayacaklarını açıkladılar.Kıta sahanlığı konusunda Yunanistan’ın görüşleri şunlardır. a)Türk kıyısı boyunca dizilmiş olan Yunan adaları, Yunan ülkesinin ayrılmaz parçalarıdır. Bu adaların takımada oluşturanlarında en uç noktalar birleştirilerek bu çizginin içi “takımada suyu” kabul edilmektedir. Böylece, Türk kıyılarındaki Yunan adalarının batısında Türkiye’ye kıta sahanlığı kalmamaktadır. b)Adalar kıta sahanlığına sahiptir ve bu kıta sahanlığının sınıflandırılması, kıta ülkeleri ile eşit koşullarda yapılır. c)Kıta sahanlığı konusunda andlaşma yapılmamışsa, Türkiye ile adalar arasında eşit uzaklık ilkesi uygulanmaktadır. Türkiye ise hakkaniyet ilkesi gereğince bir tespit yapılması gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca, kıta sahanlığının sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır. Ülkesini savunmakta, bir bölgede adaların bulunmasının kıta sahanlığı açısından “özel durumlar” oluşturduğunu, Ege Denizi’nin bir “yarı kapalı” deniz olduğunu iddia etmektedir. Kıta sahanlığı sorununu çözmek amacıyla, konuyu sürekli olarak uluslararası forumlara götürmek eğiliminde olan Yunanistan karşısında Türkiye gene sürekli olarak, karşılıklı görüşme ve anlaşmanın esas olmasını ileri sürmektedir. 

Fır hattı-hava sahası sorunu

Yunanistan, 1931’de bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile hava kontrol sahasını 3 milden 10 mile çıkarmış ve Türkiye o dönemdeki iyi ilişkiler nedeni ile herhangi bir itirazda bulunmamıştır. 1952 tarihli bir ICAO (International Civil Aviation Organization-Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü) toplantısında, Türk-Yunan karasuları çizgisinin batısında kalan hava trafiğinin Atina FIR’ının yetki alanına girmesi kabul edilmiştir.Bu hattın doğusunda ise İstanbul FIR’ı geçerli olacaktır. Bu hat 1974’e kadar bir sorun çıkarmamış, fakat 4 Ağustos’ta Türkiye NOTAM 714’ü ilan etmiştir. (Notice to Airmen-Havacılara Duyuru). Buna göre, Türkiye yönünde uçarken kuzey-güney orta çizgisine varan her uçak durumunu ve uçuş planını Türk yetkilerine bildirecektir. Amaç, Türk radarlarının Kıbrıs bunalımında zararsız uçaklarla potansiyel saldırgan uçaklar arasındaki farkı daha iyi saptamalarını sağlamaktır. Böylece Türkiye, FIR hattını fiilen batıya kaydırmış olmaktadır. Yunanistan bunu, Türk kıta sahanlığı iddialarının batı sınırı olarak yorumlayarak reddetti ve 13 Eylül 1974’de NOTAM 1157’yi ilan etti. Yunanistan Ege hava sahasının tehlikeli duruma geldiğini açıklayarak, Ege Denizini uçuş trafiğine kapattığını açıkladı.Haziran 1979’da NATO başkomutanı William Rogers’in hazırladığı plan çerçevesinde taraflar, 1980 yılında NOTAM’ları kaldırdılar. Böylece Ege Denizi yeniden sivil havacılığa açılmış oldu. Ancak Yunanistan’ın hava sahasını 10 mil olarak kabul etmesini yarattığı sorunlar halen devam etmektedir.

Adaların silahlandırılması sorunu

1960 sonrasında Ege Denizi üzerindeki adalarda taraflar arasında egemenlik, denetim ve güvenliği sağlamaya yönelik anlaşmazlık başlamıştır. Yunanistan, askeri amaçlarla da kullanılabilecek havaalanı ve diğer tesislerin ilkini 1952’de Leros adasında kurmuştur. Ancak, Yunan adalarının, 1974’ten daha doğrusu Türk Ege Ordusu’nun kurulduğu 1975’ten sonra hızlanarak silahlandırıldığını kabul etmek uygun olacaktır.Uluslararası andlaşmalar, bu adaları üç kategoriye ayırmaktadır.

1-Yunan adaları Limni ve Semadirek ile Türk adaları İmroz ve Bozcaada. Bu “Boğaz önü” adaları Boğazlarla birlikte, Boğazlar Rejimine ilişkin Lozan Sözleşmesinin 4. maddesiyle askerden arındırılmıştır.

2-Limmi, Sakız, Sisam ve Nikarya adlı Yunan adaları. Bunlar Lozan Barış Andlaşması’nın 13. maddesi gereğince ülkelerinde ancak polis ve Jandarma kuvveti bulunabilecek, deniz üssü ve istihdam kurmanın yasak olduğu adalardır.

3-Oniki ada, sayıları aslında 14 olan bu adalar da 1947 Paris Andlaşması’yla İtalya’dan alınıp Yunanistan’a verilmiş adalar olup, aynı andlaşmanın 14. maddesine göre üzerlerinde ancak asayişi sağlayacak kadar kuvvet bulundurulabilir.Yunanistan’a göre, andlaşmalar yapıldığı sıradaki koşullar köklü biçimde değişmiştir (rebus sic stantibus), dolayısıyla adalar üzerindeki sınırlama ortadan kalkmıştır. (Ayrıca Boğazları silahtan arındıran Boğazlar rejimini düzenleyen Lozan Sözleşmesi’nin yerine 1936 Montreux Andlaşması geçmiş ve Boğazlar tekrar silahlandırılmıştır. 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi tamamen sona ermiştir. Boğazlar tekrar silahlandırıldığı için, bu sistemin bir parçası olan adalar da silahlandırılabilir. Türkiye’ye göre ise Montreux’den Boğaz-önü adalarının silahlandırılabileceği şeklinde bir anlam çıkarılamayacağı, çıkarılsa bile, Lozan Barış Andlaşması’nın 12. maddesi vardır. Bu madde, anılan adaların 1914’te silahsızlandırıldığını doğrulamaktadır. Yunanistan, ayrıca, Türkiye’nin 1947’nin Paris Andlaşması’na taraf olmadığını, bu nedenle de hak ve yükümlülükler doğurmadığını iddia etmektedir. Türkiye ise, her ne kadar taraf olmasa da, Paris Andlaşması’nın bir “objektif statü” yarattığını, bu nedenle de kendisini ilgilendirdiğini belirtmektedir.

Eisenhower Doktrini, 1957 

A.B.D. Başkan Eisenhower’in 1957 yılı başında Kongre’ye sunduğu bir raporla açıkladığı ve uluslararası komünizm tehdidine karşı direnmek için Amerikan yardımına ihtiyaç duyacak Ortadoğu ülkelerine askeri ve ekonomik yardımı içeren politika. Doktrinin temelinde A.B.D.’nin Sovyetler Birliği’nin Süveyş Bunalımı’ndan sonra Ortadoğu’da kazandığı prestije karşı, bölgede bir karşı grup örgütleme çabası ve bölgedeki olayları uluslararası komünizmin bir parçası olarak kabul etmesidir. Kongre’nin 9 Mart 1957’de kabul ettiği yukarda anılan rapor Eisenhower Doktrini’nin temeli oluyordu ve şu noktaları içeriyordu.

i-A.B.D. Ortadoğu ülkelerinin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü, kendi ulusal çıkarları ve dünya barışı açısından hayati olarak kabul etmekteydi.

ii-Uluslararası komünizm tarafından desteklenen herhangi bir devletten gelecek açık bir saldırıya karşı yardım isteyen bir devletin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını korumak amacıyla, Amerikan askeri kuvvetinin kullanılması da dahil olmak üzere, gerekli yardım ve işbirliğinin sağlanması için Kongre A.B.D. Başkan’ının bu amaçla serbestçe kullanabileceği 200 milyon dolarlık bir ödenek ayrılmaktaydı.Eisenhower Doktrini A.B.D. açısından beklenen sonucu vermemiştir. Sovyetler Birliği Mısır ve Suriye doktrini, Ortadoğu ülkelerin içişlerine doğrudan bir müdahale, Siyonizm tarafından beslenen emperyalist bir manevra olarak görmüşlerdi. Doktrin İsrail’de bile soğuk karşılanmıştır. Doktrini kabul eden Lübnan ve Libya ile hararetle destekleyen Türkiye, İran ve Irak dışında Batı yanlısı Arap devletleri bile Doktrine katılmaktan endişe duymuşlardır. 

Ekim Füzeleri Bunalımı: bkz. Küba Bunalımı 

Emperyalizm (imperialism) 

Bir devletin kendi sınırları dışındaki başka halklar ve onların toprakları üzerinde onların rızası olmadan egemenlik kurma yönündeki politikası. Dar anlamda emperyalizm ise Avrupalı büyük devletlerin XIX. yüzyılın ikinci yarısında öteki kıtalar üzerinde genişlemelerine verilen addır.Emperyalizmin nedenleri ve ne anlama geldiği konusunda çok çeşitli tartışmalar vardır. Bunları esas olarak dört grupta toplayabiliriz.

Birinci grup görüşler emperyalizmin ekonomik yanını ön plana çıkartır. Biriken sermayeye yatırım olanak ve alanları bulma, makineleşme sonucu ortaya çıkan üretim fazlası için pazar yaratma, nüfus fazlası için yerleşim alanı bulma zorunluluğu ve üretim için gerekli hammaddeleri elde etme isteklerinin devletleri emperyalist politikalara zorladığı iddia edilir. Bu tezlere karşı çıkan Adam Smith, Rickardo, Hobson gibi ekonomistler emperyalizmden sadece ufak bir grubun yarar sağladığına işaret ederler. Marksist kuramcılara göre kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizm, ekonomi tekelci bir durum aldığı ve diğer kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizm, ekonomi tekelci bir durum aldığı ve diğer kapitalist devletler ile rekabet halinde yeni pazarlar bulmaya çalıştığı zaman ortaya çıkar. Bu görüşe karşı çıkanlar, bu görüşün tarihsel kanıtlarca yeterince desteklenmediği ve kapitalizmden önceki emperyalizme açıklama getiremediğini öne sürerler.

Emperyalizmle ilgili ikinci grup görüşler ise emperyalizm ile insanın ve devlet gibi insan topluluklarının doğası arasında bir ilişki kurarlar. Farklı bakış açılarına sahip, Machiavelli, Bacon ve Hitler gibi kişiler bu yolla benzer sonuçlara varmışlardır. Bunlara göre emperyalizm var olabilmek için sürdürülen doğal mücadelenin bir parçasıdır. Güçlü olanların diğerlerine egemen olmaları doğanın kanunudur.

Üçüncü grup görüşler strateji ve güvenlik üzerinedir. Bu görüşe göre devletler güvenliklerini sağlamak amacıyla stratejik noktalar, önemli kaynaklar tampon devletler ve “doğal” sınırlar ile ulaşım ve haberleşme yollarının denetimini ele geçirmek veya buraları başka devletlerin ele geçirmelerini önlemek zorundadırlar.

Son grup görüşler ise ahlakla ilgilidir. Buna göre emperyalizm halkları zorba yönetimlerden kurtaran yada daha üstün bir uygarlığın nimetlerini sağlayan bir araçtır.Emperyalizmin zor bir şekilde ortadan kaldırabilmesi, kendilerini emperyalizmin etkisi altında hisseden devletlerin emperyalist amaç taşımayan politikalardan bile kuşku duymalarına sebep olmuştur. Eski sömürgeci ve yeni gelişmiş bazı ülkeleri yeni-sömürgecilik (neo-colonialism) ile suçlayan Üçüncü Dünya ülkelerine göre azgelişmiş ülkelere verilen yardımların arkasında emperyalist amaçlar yatmaktadır.

Endüstri Devrimi 

XVIII. yüzyılın ortalarından başlayıp XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarına kadar süren, Batı’da özellikle Avrupa da bilimsel ve teknolojik gelişme doğrultusunda buhar gücüyle çalışan makinelerin yapılması ve makineleşmiş endüstrinin doğması süreci. İki ayrı endüstri devriminden söz edilebilir XVIII. yüzyılda başlayıp XIX. yüzyılın ortalarına kadar süren birinci endüstrileşme sürecine “makineleşme çağı” denebilir. Bu dönedeki gelişme bir “makine devrimi”dir. Makine kullanımının yaygınlaşması sonucu, büyük fabrikaların ortaya çıkmasıdır. Böylece, Avrupa’da temelde tarım işçilerinin toplumundan, fabrikalarda eşya üreten nüfusa doğru düzenli bir değişim olmuştur.1870’lerle birlikte endüstri devrimi nitelik değiştirdi. Artık bilimsel buluşlar ve bunların üretime uygulanması, pratik zekalı tek tek bireylerin birbirinden ayrı çalışmalarına bağlı olmaktan kurtulmuş, devletlerin tüm olanaklarıyla destekledikleri ve gerektiğinde de örgütledikleri büyük ve zengin kuruluşların eline geçmiştir. Bu dönemle birlikte başlayan gelişme “teknolojik devrim” olarak da anılır. Bu dönemde doğal kaynaklar ve bilim elele vererek yeni ve kitle halinde mal üretimine yönelmiştir. Endüstrileşme sürecinin bu ikinci aşaması, birincisine göre, toplumsal etkilerinde daha şiddetli, sonuçlarında daha şaşırtıcı ve halkın yaşamını değiştirmede daha etkilidir.

Enosis (birleşme) 

XIX. yüzyılda Girit, XIX. yüzyılda da Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmelerini amaçlayan siyasi hareketlere verilen ad. Yunanca “birleşme” anlamına gelir. 1830’da Yunanistan bağımsızlığa kavuşurken Girit ve doğu Ege adaları bu ülke sınırları dışında kalmıştı. Pan-Helenizm tarafları Yunan milliyetçileri Yunan-Rum asıllı halkların yaşadıkları bu adaları Yunanistan’a katılması ile bu amaçlarına ulaştılar. Enosis’in ikinci halkası olan Kıbrıs’ın ilhakı için de Georgias Grivas liderliğinde EOKA örgütü kuruldu. Bu örgüt 1950’lerin ortalarından itibaren Kıbrıs’ta Enosis için faaliyetlere başladı. 15 Temmuz 1974’te EOKA Kıbrıs’ta Makarios’u devirerek Nikos Sampson’u başa geçirdi. Bunun üzerine Türkiye Kıbrıs’taki garantörlük haklarını kullanarak adaya askeri müdahalede bulundu (I ve II. Barış Harekatları). Sonuçta Enosis hayata geçirilemedi.

Entente Cordiale: bkz. Samimi Anlaşma 

Enternasyoneller 

1.Enternasyonel: 28 Eylül 1864’te Londra’da kurulan Uluslararası İşçi Birliği (UİB)’ne daha sonradan verilen isim. Birliğin kuruluş bildirgesi yürütme organının en önemli kişisi olacak olan Karl Marx tarafından ele alındı. (UİB)’nin amacı: “İşçi sınıfının karşılıklı yardımlaşmasını, ilerlemesini ve tam bir özgürlüğe kavuşması”nı gerçekleştirmekti. Bu özgürlük işçilerin kendisinin olacaktır.

2.Enternasyonel: Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin girişimi üzerine 23 ülkenin sosyalistlerinin biraraya gelmesi. Bu enternasyonal 2 buçukuncu Enternasyonel kurulunca 1923’e kadar sadece adı olan bir kuruluş olarak kaldı. Sosyalist İşçi Enternasyoneli kurulunca ortadan kalktı.

2 Buçukuncu Enternasyonel: Şubat 1921’de Viyana’da toplanan Sosyalist partiler çalışma topluluğuna verilen isimdir. 2 buçukuncu Enternasyonal çok geçmeden İkinci Enternasyonele yaklaştı ve bu örgüt Mayıs 1923’de Hamburg Kongresinde Sosyalist İşçi Enternasyonali ile birleşti.

3.Enternasyonel: 4 Mart 1915’de Moskova’da kurulan siyasal örgüt. Komünist Enternasyonel olarak da bilinen bu enternasyonalin temelinde Rus Bolşevikleri ve 1915’ten başlayarak “2.Enternasyonalin iflasını ilan eden Lenin vardır. Mart 1919’da Kurucu Kongresi 21 ülkeden 54 delegeyle toplandı.Ağustos 1935’de Alman-Sovyet Paktı imzaladıktan sonra Enternasyonel Yürütme Komitesi savaşta her iki taraf için de “haksız, gerici ve emperyalist olarak niteledi. Ama bu eğilim Haziran 1941’de Hitler’in SSCB’ye saldırması üzerine yeniden gözden geçirildi. Bundan sonra, Nazilere karşı direnişe ve ulusal cephelerin kuruluşuna ağırlık verildi. Bazı komünist partiler daha önceden bunu yapmaya başlamıştı. Bu cephelerin kuruluşunu kolaylaştırmak için Komünist Enternasyonel 15 Mayıs 1943’te feshedildi.

4. Enternasyonel: 11 ülkenin Troçkici hareket ve parti delegelerin Paris Bölgesinde Eylül 1938’de kurdukları siyasal örgüt.

Ermeni Sorunu 

1877 yılındaki Türk-Rus savaşlarından sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun güçsüzlüğünden cesaret alan Ermenilerin ortaya çıkardığı sorun. Ermeniler eğitim düzeyleri yüksek ve dış bağlantılara sahip olmalarına rağmen Ermeni milliyetçiliği ancak 19. yy.’ın ikinci yarasında doğmuştur. Ermeni cemaatinin bir tür anayasası olarak kabul edilen Ermeni Tüzüğü Osmanlı padişahı tarafından 28 Mart 1862’te onaylanmıştır. Bu tarihe kadar Ermenilerin büyük bir çoğunluğu “ayrılık” düşüncesine fazla eğilimli olmamışlardır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde dışarıdan tahrik edilen Ermeni ayaklanmaları hızlandı. 1877 savaşını (tarihimizde 1293 savaşı olarak anılır) Osmanlı İmparatorluğu kaybedince Ermeniler Aya Stefones’a gelen Rus Çarına giderek koruyuculuk istediler. Çarlık Rusya’sı,Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan azınlıklar, özellikle Ortodoks Rum ve Ermeniler için” koruyucu patron” rolünü benimsemişti. Bu durumdan ve Osmanlı Devleti’nin güçsüzlüğünden cesaret alan Ermeniler, II. Abdülhamid döneminde Anadolu’nun doğusunda zaman zaman başkaldırarak kanlı olaylara neden oldular. Çarlık Rusya’sı 1877’de ele geçirdiği Kars, Artvin ve Ardahan’da Ermeni nüfusunu çoğaltmaya çalışmakta idi. I. Dünya Savaşı’nda Ruslar yeniden Türkiye’ye saldırdılar. Ermeni subay ve erler Rus ordularının ön saflarında yer aldılar. Diğer yandan Bogos Nubar Paşa adlı bir Ermeni, bağımsız bir Ermenistan kurmak için Çarlık ile ilişkilerde bulunuyordu. Kendi sınırları içindeki Ermenilere karşı sert önlemler alan Çarlık, Osmanlı Ermenilerini koruyarak Avrupa merkezlerinde Osmanlı Devleti aleyhine propaganda yapmaya yöneltmekteydi. XIX. yüzyılın ikinci çeyreğinde Avrupa’da Ermeni tedhiş hareketleri arttı. Çarlık Rusya’nın Anadolu’yu işgal planına karşı Osmanlı Hükümeti, savunma hattının gerisini güvence altına almak amacı ile 14 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Yasası ile Ermenileri toplu olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun bir ili olan Suriye’ye göndermeye başladı. Ayrıca 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni cemaatinin bazı üyeleri tutuklandı. Ermeni Taşnak ve Hınçak komitelerinin I. Dünya Savaşı sırasında Doğu Anadolu’da giriştikleri katliamların ve ayaklanmaların yarattığı karışıklık böyle bir zorunluluğa yol açmıştı. Çarlık Rusya’sının yanı sıra Fransa ve İngiltere de Ermenileri kendi politikalarının aracı olarak kullanmaya çalışmaktaydılar. Fransa’nın Ermenilere olan ilgisinin temelleri Napolyon dönemine dayanmaktaydı. Napolyon, Rus Ermenistan’ı Tiflis’te Ermeni ağırlıklı bir ordu oluşturarak, Hindistan’daki İngilizlerle savaşmayı amaçlamıştı. Bu düşünce yaşama geçmedi fakat, Paris’te Doğu Dilleri Enstitüsü bünyesinde Ermeni Enstitüsü kuruldu. Enstitünün amacı, Ermeni ayrıkçılığının bilimsel temellerini oluşturmaktı. Daha sonra Fransa’nın Ermeniler ile ilişkisi I. Dünya Savaşı’ndan sonra yoğunluk kazandı. Osmanlı Devleti’nin paylaşımı sırasında Fransa, Kilikya bölgesinde (Antep, Urfa, Maraş, Adana) Ermeni devleti kurmaya çalıştı. Bu hareket bölge halkı tarafından bastırıldı. Fransa daha sonra Ermenileri Beyrut’a yerleştirerek oradan Marsilya’ya taşıdı. Ermenilerin bir kısmı Fransa’da kalırken, bir kısmı da Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. Orly katliamına kadar Fransa ASALA dahil tüm Ermeni örgütlerine göz yumdu.İngiltere ise 1877 savaşına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü savundu. Bu savaştan sonra politikasını iki nedenle değiştirdi.

Birincisi, Doğu Akdeniz’de çıkarlarını koruyacağı bir üs olarak Kıbrıs’ı ele geçirmişti;

ikincisi 1877 savaşındaki performansından dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü savunmaktan vazgeçerek, kendi kontrolünde küçük devletler oluşturma yoluna seçti.

Rusya’nın Akdeniz’e ve Ortadoğu’ya yayılmasını önlemek amacı ile İngiltere’nin kurmaya çalıştığı tampon Ermenistan oluşturma çabaları kısa dönemde sonuç getirmedi. Diğer yandan İngiliz misyonerler, Ermeniler arasında “Protestanlık” propagandasına girişerek Ermeni hareketini, Ermeni Patrikhanesinin kontrolü dışına çıkarmaya çalıştı. Ancak artan Alman tehlikesi Rusya ile İngiltere’yi birbirine yaklaştırılınca, İngiltere dikkatini bu bölgeden ayırarak, Alman donanmasının denizlerde yaratacağı sorunlara yöneltti.Dışarıdan yöneltilen Ermeni hareketi beraberinde tedhiş eylemlerini doğurdu. İttihat ve Terakki Partisi’nin başında bulunanlardan Talat Paşa, Cemal Paşa ve Bahattin Şakir Bey’in öldürülmesi ile başlayan terör, son on yıllarda ABD’de ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde Türk diplomatlarının öldürülmesi ile tırmandırılmıştır.

Eski rejim (Ancient regime) 

Avrupa’da Rönesans, Reform hareketleri ve coğrafi keşifler ile yıkılmış bulunan Ortaçağ düzeninden Büyük Fransız Devrimi’ne kadar olan dönem. Otokrasi, monarşi ve kilise unsurlarını içeren eski rejim, 18. yüzyılın sonlarına doğru milliyetçilik, demokrasisi ve liberalizmin etkisiyle ortadan kalkmış, yerini çağdaş dünyaya bırakmıştır. 

Eşik Antlaşmaları: bkz. Treshold Antlaşmaları 

ETA: bkz. Bask Ulusal Bağımsızlık Hareketi 

Etabli Sorunu: bkz. Lozan Andlaşması 

Evrensel Bildirge 

Bütün halklar ve uluslar için temel siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların sağlanmasını amaçlayan bildirge. BM İnsan Hakları Komisyonu ve Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından hazırlanmıştır. 10 Aralık 1948 tarihinden de Genel Kurul tarafından kabul edilmiştir. Otuz maddeden oluşan bildirge, hak ve özgürlükler, doğrudan insanın kişiliğini ilgilendiren haklar, vatandaşlık hakları ve sosyo-ekonomik haklar konularında hükümler içerir. Bildirge, devletler için bağlayıcılık ve yaptırım gücüne sahip olmadığından aykırı uygulamalara karşı bir denetim sistemi oluşturmamış ve sadece insan hakları konusunda bir ideali simgeleyen bir belge olarak kalmıştır.Bildirge’nin BM Genel Kurulu tarafından kabul edildiği 10 Aralık tarihi İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaktadır.

Fachoda Bunalımı, 10 Temmuz 1898 

Fransız yüzbaşısı Manahand’ın Mısır kalesi Fachoda’yı ele geçirmesiyle başlayan İngiltere ve Fransa arasındaki bunalım. 

Falkland Savaşı (Falkland Bunalımı), 2 Nisan 1982 

2 Nisan 1982’de Arjantin’in Falkland ve Güney Georgia Adalarını işgal etmesi ile başlayan savaş. Altı hafta sürdü. Falkland Adaları üzerindeki egemenlik sorunu 1964’de Birleşmiş Milletler’de Sömürge Sorunları Komisyonu’nun gündemine geldi. Arjantinlilere göre, Malvinas olarak bildikleri adalar Arjantin’in bir parçasıydı. Adaların Güney Amerika’ya coğrafi yakınlığı vardı. Arjantin İspanya’nın halefi olduğunu ileri sürüyordu. İngiltere, adalar üzerindeki hükümranlığı Arjantin’e devretmeli, yönetimi belirli bir anlaşmaya uygun olarak sürdürmeliydi. İngiltere ise adada yaşayan İngiliz asıllıların isteklerine aykırı olarak, böyle bir düzenlemeye gidemiyordu. İngiltere 1833’den beri adalar üzerinde “işgal ve yönetimi” sürdürdüğünü ve Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 1. maddesine göre Falklandlılara self-determinasyon ilkesinin uygulanması gerektiğini ileri sürüyordu. İngiltere’ye göre Falkland Adaları, Arjantin’in yönetim ve denetimine geçerse sömürge durumu sona ermeyecek, tam tersine başlayacaktı.Yıllarca süren müzakereler bir sonuç vermeyince Arjantin Falkland ve Güney Georgia Adalarını işgal etti. İngiltere Güney Amerika’ya hemen bir görev kuvveti gönderdi. İngiltere, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda büyük diplomatik destek gördü; Arjantin’e otomatik zorlama tedbirleri uygulandı. 25-26 Nisan 1982 tarihlerinde İngiliz birlikleri Güney Georgia Adasını ele geçirince, Falkland Adalarındaki Arjantin birlikleri komutanı teslim oldu. Arjantin Devlet Başkanı Galtieri’nin ayrılmasından sonra da İngiltere adalardan çekilme niyetinde olmadığını gösterince iki ülke arasındaki sorun kesin bir çözüme bağlanamadı.

Feodalizm (feudalism) 

Toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin malı sayan ortaçağ rejimi. Bir diğer adı derebeylik.Derebeyliğin özü, örgütlenmiş devletin bulunmadığı yerel düzeyde, bir hükümet görevinin yürütülmesidir. 500-600 km2’lik bir toprak parçası üzerinde en önemli bir güçlü kişi, daha az toprağa sahip olanların koruyuculuğunu üstlenmiş ve onlar da bu kişiye bağlılık sözü vermişlerdir. Böylece, feodal “lord”, “vassal” ve toprağa bağlı (serf) köylüleriyle, derebeylik ortaya çıkmıştır.Derebeyliğin önemli özelliği, lord ile vassal arasındaki “karşılıklılık esası”dır. Derebeylikte hiç kimse tam anlamı ile hükümran değildir. Kral ile halk ve lord ile vassal, bir cins “mukavele” ile birbirlerine bağlıdırlar. Bu mukaveleye aykırı hareket edilirse, karşılıklı hak ve görevler sona ermektedir. Bu durum, sık sık karışıklıklara, siyasal istikrarsızlıklara ve hatta savaşlara yol açmışsa da, gelecek çağların “anayasal hükümet” anlayışı, derebeyliğin bu mukaveleye dayanan niteliğinden doğacaktır.

Filistin Sorunu (Palestinian Question) 

Üç büyük dince (Musevilik-Hıristiyanlık-İslam) kutsal sayılan Filistin toprakları ile ilgili sorun. Günümüzün en karmaşık uluslararası sorunlarından birisi olan Filistin sorununun çok eski bir geçmişi vardır.Sorunun günümüzdeki mevcut biçiminin, XIX. yüzyıl sonlarında başlayarak XX yüzyıl başlarında yoğunlaşan Yahudi göçü sonucunda, 1948 yılında bu toprak üzerinde İsrail Devlet’inin oluşturulması ile ilgili olduğu söylenebilir. Bu tarihten başlayarak meydana gelen Arap-İsrail çatışmaları veya İsrail’in giriştiği tek yanlı eylemler sonucunda, hemen tüm Filistin toprakları İsrail’in işgali altına girmiş, bu topraklarda yaşayan insanların büyük çoğunluğu diğer Arap ülkelerindeki mülteci kamplarına göçmüşlerdir. 1948 yılında Arap ülkelerinin muhalefetine rağmen, İsrail’in kuruluşu Birleşmiş Milletler tarafından onaylanmıştır. Birleşmiş Milletler, bunu izleyen yıllarda, İsrail’in kuruluş aşamasındaki sınırlarının dışında işgal ettiği toprakları terketmesi yolunda ve de özellikle Filistin mültecilerinin durumlarının iyileştirilmesi doğrultusunda sayısız karar almışsa da, bu konularda pek önemli bir gelişme sağlanamamıştır. Soruna bir çözüm bulunamamasında, anlaşmazlığın oldukça karmaşık bir nitelik taşımasının yanı sıra Arap ülkelerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarının sürmesinin, süper güçlerin bölgedeki çıkarları ile ilgilenmelerinin ve İsrail’in askeri gücünün önemli rolü vardır.1987’de Ortadoğu’da etkinliğini artıran Sovyetler Birliği, Filistin Kurtuluş Örgütünün Yaser Arafat liderliğinde yeniden birleşmesinde önemli rol oynamaya başladı. 20 Nisan 1987’de Cezayir’de yapılan Filistin Ulusal Konseyi toplantısında Arafat’ın Ürdün Kralı Hüseyin ile 1985 yılında İsrail karşısında barış girişimlerini ortaklaşa sürdürme konusunda vardıkları anlaşmayı feshetmesi üzerine örgüt içinde yeniden birlik sağlandı.Yıl sonuna doğru Amman’da toplanan Arap Birliği zirvesinde, barışın ön koşulunun “işgal altındaki tüm Arap topraklarının, özellikle Kudüs’ün kurtarılması” olduğu vurgulandı. Diğer yandan, işgal altındaki topraklarda FKÖ’nün genel yönlendirilmesi ile Aralık 1987 başlayan “intifada” (ayaklanma) hareketi karşısında İsrail ordusunun kullandığı dayak ve işkence yöntemleri, Filistin halkı ile geniş bir uluslararası dayanışma yolu açtı. İsrail hükümeti ile kamuoyunda da ciddi görüş ayrılıkları doğurdu.13 Eylül 1993’te FKÖ ve israil arasında imzalanan “İlkeler Andlaşmasının” ardından başlayan “Ortadoğu Barış Süreci” içinde Mayıs 1994’te Kahire’de yapılan anlaşma ile İsrail Gazze ve Batı Şeria’yı Filistin Özerk Yönetimi İdaresi altına bırakmayı kabul etmiştir. Bugün Gazze ve Batı Şeria’da Filistin Özerk Yönetimi İdareyi sağlamakta, Filistin polis gücü asayiş hizmetlerini yürütmektedir.Filistin özerk yönetimi idaresi altındaki bu bölgede bugün ciddi bir işsizlik, altyapı, konut, gıda ve sağlıklı içme suyu bulamama sorunları vardır. Özellikle Gazze’de altyapı yetersizdir ve içebilecek su kaynakları hızla bozulmaktadır. Bölgede ciddi yatırımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Yeni yönetimin deneyimsizliği ve maddi imkansızlıklar sebebiyle kamu hizmetleri aksatmaktadır. Bu bölgelerde hala olaylar çıkmakta, İsrail güvenlik güçleri ile halk zaman zaman karşı karşıya gelmektedir. 

Ford Doktrini 

ABD Başkanlarından Gerald Ford’un Kongrede yüksek miktardaki savunma bütçesini geçirmek için yaptığı konuşmada ilan ettiği görüş olup, ABD’nin barışçı yollarla ve müzakere masasında başarı sağlamasının, askeri alanda çok kuvvetli bulunmasına bağlı olduğu ve bunun gerçekleştirileceğini savunmuştur. Yeni ve güçlü silahların geliştirilmesi, bazı bölgelerde yeni üsler kurulup kuvvet bulundurulması gereği bu doktrinin uygulanması için öngörülmüştür. 

Frankfurt Barışı, 1871 

Fransa ile Almanya arasında imzalanan ve 1870-71 savaşına son veren barış antlaşması. Bismark ile Thiers arasında Versailles’de imzalanan ön anlaşmalar (26 Şubat 1871) Almanların Paris’e girmesini önlemek amacıyla 1 Mart’ta; Bordeaux’da Ulusal Meclis tarafından kabul edilmiş, Brüksel’de yeniden başlayan (28 Mart-24 Nisan) görüşmeler, Frankfurt’ta Dışişleri Bakanı Jules Fanre ve Maliye Bakanı Pouyer-Quertier tarafından sürdürülmüştü. 10 Mayıs 1871’de imzalanan barış, ön antlaşmaları onaylıyordu. Birey (Bismarck buradaki demir yatağının değerini çok geç öğrenmişti) Chaleau-Salins ve Belfort bölgesi dışında (kat çevresinde 10 km’lik bir yarı çap). Alsace ve Moselk vadisi de içinde olmak üzere (Thionville ve Metz) Lorraine yaylasının kuzeydoğusu Almanya’ya bırakılıyordu. Anlaşmanın mali hükümleri ağırdı. %5 faizli 5 milyar frank tazminat (1,5 milyarı 1871’de, 0,5 milyarı 1872’de ve 3 milyarı da Mart 1874’den önce ödenmek üzere), 266 milyarın üzerinde savaş borcu. Fransız ordusu Lorraine’ın güneyine çekilerek, ancak Paris garnizonu bırakılmayacaktı. Thiers, borçlanma yoluyla son borç taksidini Eylül 1873’te ödemeyi ve ülkeyi 6 ay önce kurtarmayı başardı. 

Fransız Devrimi, 1789 

1789 Devrimi olarak da bilinir. 1787’den başlayarak Fransa’yı sarsan, ilk doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799’a değin süren devrimci hareket. Fransa’da ancien regime’e (eski rejim) son vermiş ve Avrupa tarihinde yeni bir çağ açmıştır.Devrime yol açan nedenler konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte, genel olarak üzerinde durulan başlıca etkenler şunlardır:

1)Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olan Fransa’da yaşam koşullarının giderek kötüleşmesi,

2)Gelişmekte olan varlıklı burjuvazinin başka ülkelerdekinden daha sistemli bir biçimde siyasal iktidarın dışında tutulması,

3)Köylülerin, üzerlerinde ağır bir yük oluşturan çağdışı feodal sisteme duyduğu tepkinin güçlenmesi,

4)toplumsal ve siyasal reformu savunan düşünürlerin Fransa’da başka yerlere göre daha yaygın bir etki uyandırması,

5)Fransa’nın Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na sağladığı yoğun mali ve askeri destek yüzünden devletin iflasın eşiğine gelmesi.

Fransız maliyesini düzene sokmakla görevlendirilen Charles-Alexandre de Calonne, Şubat 1787’de üst düzey din adamları, büyük soylular ve yüksek yargıçlardan oluşan İleri Gelenler Meclisi’ni toplantıya çağırarak bütçe açığının kapatılması için ayrıcalıklı kesimlerin vergi yükümlülüğünü artıracak reformlar önerdiğinde, Fransa’da devrimin ilk kıpırdamaları başladı. Meclis, reformları reddederek ruhban sınıfı, soylular ve halkın temsilcilerinden oluşan ve 1614’ten beri toplanmamış olan Etats-Genaraux’un toplantıya çağrılmasını talep etti. Calonne’dan sonra Fransız maliyesini yönetenlerin, direnişe karşın reformları uygulama yolundaki çabaları, aristokratik kurumların, özellikle de Mayıs 1788’de çıkarılan yasa ile yetkileri kısıtlanmış olan Parlement’lerin başkaldırısına yol açtı. 1788’in bahar ve yaz aylarında Paris, Grenoble, Dijon, Toulouse, Pau ve Rennes’de huzursuzluklar baş gösterdi. Ödün vermek zorunda kalan Kral XVI. Louis, Jacques Necker’in maliyenin yönetimine getirdi ve Etats Generaux’yu 5 Mayıs 1789’da toplayacağını açıkladı. Kralın basın özgürlüğüne de göz yummasıyla Fransa bir anda devlet yapısının yeniden düzenlenmesine ilişkin tasarıları içeren kitapçıklarla dolup taştı. Ocak-Nisan 1789 arasında yapılan Etats-Generaux seçimleri kötü geçen 1788 hasadının neden olduğu karışıklıklarla aynı zamana rastladı. Temsilcilerini belirlemekte herhangi bir kısıtlamayla karşılaşmayan üç toplumsal zümre de kendi sorunlarını ve isteklerini dile getiren dilek listeleri ya da “şikayet defterleri” (cahiers de doleances) hazırladılar. Tiers Etat (Halk Meclisi) için 600, soylular ve ruhban kesimlerinin her biri için de 300 temsilci seçildi. Kırsal alanlarda iki, kentlerde ise üç dereceli seçimler sonunda belirlenen Tiers Etat temsilcileri bütünüyle burjuvalardan oluşuyordu.5 Mayıs 1789’da Versailles’de toplanan Etats-Generaux, daha başlangıçta, oylamaların toplam temsilci sayısına mı yoksa etat esasına göre mi yapılacağı konusunda ikiye bölündü. Bu yöntem sorunu üzerindeki şiddetli mücadelede Tiers Etat temsilcileri çok geçmeden çoğu halk kökenli küçük papazların da desteğini kazandı. Ardından krala da meydan okuyarak Jeu de Paume salonunda toplantı (20 Haziran) ve Fransa’ya yeni bir anayasa getirilinceye değin kesinlikle dağılmayacağına ant içti. XVI. Louis bu duruma istemeyerek boğun eğdi ve ruhban kesimiyle soyluları Kurucu Meclis’i oluşturmak üzere Tiers Etat’ya katılmaya çağırdı; bir yandan da meclisi dağıtmak üzere asker toplamaya girişti.Askeri birliklerin kralın emriyle Kurucu Meclis’in çevresini sarması ve Necker’in görevinden alınması meclisin tepkisine, kralın buna kayıtsız kalması da Paris halkının ayaklanmasına yol açtı. Silahlanan Paris halkı 14 Temmuz 1789’da krallık baskısının simgesi olarak gördüğü Bastille’i ele geçirdi. Bu hareketle ayaklanma devrime dönüştü. Yeniden boyun eğer Kral, kentte dolaşırken krallığın beyaz renginin yanı sıra Paris’in renkleri olan mavi ve kırmızıyı da içeren üç renkli kokart takarak halkın egemenliğini tanıdığını gösterdi.Taşrada büyük korku köylülerin de feodal beylere karşı ayaklanmalarına ve şatoları hedef alan saldırılara girişmelerine yol açtı. Soylular ve burjuvazi dehşete kapıldı. Kurucu Meclis, köylüleri denetim altına almak için 4 Ağustos’ta feodal vergi ve ayrıcalıkları ortadan kaldırdı. Ardından İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile edilerek (26 Ağustos) özgürlük, eşitlik, mülkiyet dokunulmazlığı ve baskıya karşı direnme hakları tanındı.Kral, toplumsal yapıyı altüst eden 4 Ağustos kararları ile İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni onaylamayı reddetti. Bunun üzerine Paris’te halk kitleleri yeniden ayaklanarak 5 Ekim’de Versailles’a yürüdü. Ertesi gün, kraliyet ailesi Paris’e getirilerek Tuileries Sarayı’nda oturmak zorunda bırakıldı. Kurucu meclis de Paris’te yeni anayasa üzerinde çalışmalarını sürdürdü.Kurucu Meclis, feodalizmin tasfiyesini sürdürerek eski zümreleri (ordre) kaldırdı, sömürgelerde köleliğe son vermekle birlikte en azından Fransa’da yurttaşlar arasında eşitliği sağladı ve kamu görevlerine girişteki eşitsizliklere son verdi. Kamu borçlarının ödenmesi amacıyla kilise topraklarının devletleştirilmesi kararını mülklerin yaygın bir biçimde yeniden dağıtılması izledi. Bundan çok yararlanan burjuvaziyle toprak sahibi köylüler oldu; ama bazı topraksız köylüler de arazi satın alabildi. Kiliseyi mal varlığından yoksun bırakan Kurucu Meclis, ardından yeni bir düzenlemeye girişerek Fransız Kilisesi Temel Yasası’nı çıkardı. Yasa, papa ve Fransız ruhban sınıfının çoğunluğu tarafından reddedildi. Ortaya çıkan ayrılık, çekişmelerin şiddetini artırdı.Kurucu Meclis, ancien rengime’in karmaşık yönetsel sistemini yıkarak yerine seçilmiş meclislere yöneltilen il (departement), ilçe (arrondissement), kanton (canton) ve bucak (commune) bölünmesine dayalı akılcı bir sistem getirdi. Adalet mekanizmasının temelini oluşturan ilkeler de köklü bir biçimde değiştirildi ve sistem yeni yönetsel birimlere uyarlandı; yargıçların da seçilerek göreve gelmesi ilkesi kabul edildi.Kurucu Meclis’in çerçevesini çizdiği yeni düzen, yasama ve yürütme güçlerinin kralla meclis arasında paylaşıldığı bir monarşiyi öngörüyordu. Ama bütünüyle aristokrat danışmalarının etkisi altında olan XVI. Louis ülkeyi yeni güçlerle birlikte yönetme yolunu seçmeli. 20-21 Haziran 1791’de ülkesinden kaçma girişiminde bulunduysa da Varennes’de yakalanarak Paris’e geri getirildi. 

Yorum bırakın